Ömer Çelebi
'14 YIL HASTALIKLA MÜCADELEM'
Seksenli yılların sonuna doğruydu. Terör en azılı bir şekilde kendini göstermiş ve ülke büyük bir kaosun içerisinde yer almıştı. Doksanlarda, o karanlık dönemlerde aklımda hep kalmıştı; “OHAL Valisi Hayri Kozakçıoğlu” diye… Her gün bu ismi işitirdik. Çok çetin bir dönemdi. Ülke hem hariçten hem dâhilden kuşatılmış ve devlet otoritesi inkıtaa uğramıştı. Bu da yetmezmiş gibi körfez harbi ile ülke hem siyasi hem de ekonomik açıdan çıkmazın içerisine girmişti.
O dönemim tıp teknolojisi ve sağlık hizmetleri de zayıf ve aciz bir haldeydi. Hastane ve hekim sayısından, yoğun bakım ünitelerine kısaca hastalananın vay haline…
İşte tam da bu karanlık dönemde daha tıfıl yaşta iken bende bir anormallik başlamış, vücut fonksiyonlarım işlev göremez hale gelivermişti birden. İştah kapalı, vücut direnci çok düşük ve nefes almakta güçlük, öksürük o biçim… Tabir-i caizse yaşayan bir ölüyüm, ölü gibiyim.
Merhum ve mümtaz şahsiyet babam o dönemin şartlarına aldırmaksızın oradan oraya götürmüş beni. Mustafa Savaş isimli çocuk doktorunun ismi sürekli hafızamda gizlidir. Mustafa Savaş ilk müdahalesinde bende anormal bir vakanın olduğunu sezmiş ve elinde daha ileri seviyede test yapacak cihaz olmadığından başka hastanelere sevk etmeyi tembihlemişti. Ama Savaş Hekim özellikle ısrar ediyordu: “Acele edin!”
Beni en yakın şehir Urfa Devlet hastanesine getirmiş ve bende acil tetkiklere başlamışlardı. Çok zor hatırlıyorum hem 3-4 yaşlarında hem de ağır bir travma geçiriyorum. Bildiğim şu ki, Urfa hastanesinin Mustafa Savaş gibi tetkik koyamaması ve başka hastaneleri tavsiye etmesi…
Evet, hastalığım giderek ağırlaşıyor ve vücut direncim giderek zayıflıyordu. Kötü olanı o dönemin tıp teknolojisi bana hastalığımın teşhisini koyamamasıydı. Evet, tıp beni çözememişti henüz.
Urfa’dan sonra Adana Balcalı Hastanesi’nin yolunu tutmuştuk. Hem maddi imkânların zorluğu hem teşhis konamamanın verdiği stres, kısaca büyük bir imtihanın başlangıcı idi. Hem benim için hem de benim derdime düşen anam ve babam için.
Balcalı’da bir müddet kalıp yaptığımız tetkiklerden sonra hocalar bir teşhis koydular ve daha sonraları bu teşhisin de hatalı olacağını öğrenecektik. Evet, aylar sonra hastalığım için ‘timoma’ teşhisi koymuşlar. Yani ben artık tıp diliyle ‘timoma’ hastasıyım.
Nihayetinde konan teşhisten sonra tedavinin nasıl olacağı akla gelen ilk soru değil mi? Evet, timoma ile nasıl mücadele edeceğim ve ben nasıl kurtulacağım? Dahası ben çocukluğumu nasıl yaşayacağım? Herkes gibi olabilecek miyim? Çok ama çok soru var cevaplamasını bekleyen…
Hekimler toplanmış ve babama şu kararı vermişlerdi: ‘Oğlunuzu ameliyat edeceğiz. Lâkin masada kalma ihtimali yüzde doksan!’ Nasıl ya, nasıl olur? Bir çocuk küçücük bedeni ile nasıl olur da yüzde doksan ihtimalle ölecek kadar hastalanır ki, nerden gelir bu hastalık? Zehir mi içirdiler? Nedir bu Allah aşkına?...
İşte bu şeytani vesveseden sonra merhum peder ve validem hastalığın bir Allah’ın ikramı olduğunu aksi halde Hz. Eyüb’ün neden hasta olduğunu, kurtların kalbine dahi iliştikleri halde nasıl bir peygamber hasta olur diye tahattur ettiklerini biliyorum. Evet, hastalığım hem benim hem onlar için büyük bir sınav olduğunun bilincine sahip bir ebeveynim var. Beni Allah’ın bir emaneti olarak görüyorlar. Emanetin sahibi emanetine istediğini yaptırır, istediğini gerçekleştirir, istediği ile uğraştırırdı. Ama temel iksir tedbiri alarak tevekkülü elden bırakmamak…
Babam, hekimlerin yüzde doksan ihtimalini göze alamamış ve başka bir hastaneye de gitmemize karar vermişti. Bir ölüyü taşır gibi beni oradan oraya götürüyor babam. Bu sefer ki rotamız Diyarbakır, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi…
Hasta halimle Balcalı’dan ayrıldığımız gibi Diyarbakır yoluna girmiştik. O zaman kutsal Fırat nehrinin üzerinde Kâhta ile Siverek’i birleştiren köprü vardı, baraj daha yeni yeni inşa ediliyordu. Ancak yol güzergâhı açık olmasına rağmen iki saatlik Diyarbakır yolu yedi-sekiz saate çıkıyordu. Neden mi? O karanlık dönemin terör olayları çok şiddetli çatışmalara neden olmuş, ardı ardına şehit haberleri geliyor ve kontroller üst seviyeye çıkıyordu. İşte askerlerin kontrolleri ile gıdım gıdım gidebiliyorduk. Ama hastalığım beni ‘ölüm’ seviyesine getirmişti. Belki de konuşma yetisi olsa ve yapabilseydim yolda ‘ölmek istiyorum’ diye haykıracaktım. Ama babam benim için bütün imkânlarını seferber etmiş ve yaşama dönmem için gerekirse canının ortaya koymaya karar vermişti.
Nihayetinde Dicle Tıbba’a ulaşmış ve acilen müşahede altına alınmıştım. Bu isim hep aklımda kalacaktı, Prof. Dr. Gökalp Özgen… Beni ilk gözetim altına alan doktorumdu. Çocuk hematolojisi uzmanı ve kaliteli bir hocaydı. Temkinli bir hekim ve iyice tetkik yapıyordu.
Babam her ne kadar Balcalı’nın ‘timoma’ teşhis raporunu gösterse de o temkinli yaklaşıyor ve iyice kontrol yapmak istiyordu. Tabi, Tıp Fakültesi olunca etrafında birçok tıp fakültesi öğrenci ve asistanlar da vardı. Hepsi beni merak ediyor ve bir türlü nihai teşhis konamıyordu. Onların gözünde iyi bir kobay ve özel bir hasta ama ben ise ölüm döşeğinde can derdindeyim.
Nihayet ilk izlenimlerden sonra Gökalp Hoca teşhisin ‘timoma’ olmadığı, ‘mediastianal lenfositik lenfoma’ olduğuna karar vermiş tedavinin bu şekilde yapılacağını söyledi. Bu garip ismi dahi telaffuz edemediğimiz hastalığa bir kere yakalanmışım, bundan kaçış yok. Peki, kurtulacak mıyım?
Doktorun deyimiyle kurtulma ihtimalim yüzde elli. Yani Balcalı’daki hocalara göre ölme riskim daha düşük. Ve artık bekleyecek bir dakikam dahi yoktu. Ve Bismillah annem-babam beni hekimlerin bıçakları altına koymaya karar verdiler. Ve sabah 06.00 olmuş ameliyat hazırlıklarını başlamıştım. Havf ve reca ile yani korku ve ümid arasındayım.
Annem ve babamın sedye üzerinde son kez elimi tuttuklarını hatırlıyorum. Ameliyat kapısından içeri girdiğimi ve yeşil yeşil kıyafet giyen bir yığın sağlık çalışanını ve de ellerinde ameliyat malzemelerini…
Bundan sonra ileride yazmayı planladığı roman kitabıma havale edeceğim. O ameliyattan sekiz saat kalmış ve nihayetinde 24 saat uyanamamıştım hayat ve ölüm arasında. Kurtulmuş ama altı ay sonra hastalık tekrar nüksetmiş ve toplamda 14 yıl sürecek Ankara maceram başlamıştı.
Ankara Onkoloji Hastanesi’nde uzun yıllar aldığım tedaviden sonra doktorum Semha Berberoğlu, ‘iyileştin gelmene gerek kalmadı’ müjdesi ile hayata tekrar merhaba demiştim. 14 yıllık serüvenim bitmiş ve kurtulmuştum.
Bildiğim en güzel dua şu: ‘Allah’ım düşmanıma dahi hastalıkla ceza verme! Verdiklerine de Hz. Eyyüp gibi sabır ve dayanma gücü ver.’
Korona virüsünün kasıp kavurduğu bütün dünya insanlarına mesajım şu: Merak etmeyin, vücudunuzun kontrolü sizin elinizde. Zor da olsa dayanın, dayanacak bir şey bulun. İnanç ve ümid gibi…
Bu arada ‘Mediastianal Lenfositik Lenfoma’nın bizim anlayacağımız dilde ne olduğunu hastalıktan sonra bir doktor arkadaşımdan öğrendim.
Kansermiş! Erken teşhisten kurtulmuşum…
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.