Halil Cibran'ın bir hikayesi vardır.
Hikayeye göre bir ülkenin çok güçlü, kendine çok güvenen bir kralı vardı. Halkı da onu seviyor, sayıyordu.
Bu ülkede bir de çok etkili olmaya başlamış bir cadı yaşıyordu. Kral kendisine çok güveniyordu fakat cadının halkı üzerinde etkinlik kurmasından da çekinmeye başlamıştı. Cadıyı etkisiz kılmak ve ülkesinden kovmak için bazı tedbirler aldı ve bunda başarılı oldu.
Ülkenin ana su kaynağı, ülkenin tam ortası sayılabilecek bir mevkide açılmış olan kuyuydu. Burada yaşayan herkes bu kuyunun suyunu kullanıyor, aynı suyu içiyordu.
Kralın sarayının bütün su ihtiyacı da yine aynı kuyudan sağlanıyordu.
Cadı, kendisini istemeyen kralın ülkesinden ayrılmadan önce ağır bir intikam planladı. Herkesin suyundan faydalandığı kuyuyu zehirledi.
Cadı ülkeden gitti ve kuyunun suyundan içen herkes bir süre sonra delirmeye başladı.
Kim kuyunun suyundan içerse bütün dengeleri, değerleri altüst oluyor, diğer insanlara tuhaf bakmaya başlıyordu. Sudan içip delirenler kendi aralarında toplanıp diğer insanlara kötü kötü bakıyordu.
Ama herkes aynı sudan içtiği için delilerin sayısı sürekli olarak artıyor, her gün iki üç misline katlanıyordu. Birkaç gün içinde ülkede yaşayan bütün halk delirmiş ve saraya kötü kötü bakmaya başlamıştı. Bu arada saraydaki önceden depolanmış sular da tükenmeye ve kuyudan su çekilmeye başlanmıştı.
Artık sarayda yasayanlar da, vezirler ve aileleri, hızla diğerlerinin saflarına geçiyordu. Kral bir gün uyandığında sarayda kısa bir gezinti yaptı ve herkesin kendisine kötü kötü baktığını gördü.
Cadının laneti sonuç vermiş, akıllı, kendine güvenen, güçlü kral tek başına kalmıştı. Eskiden tanıdığı, dağda tek başına yaşayan bir bilge vardı. Atına atladı, bilgeyi görmeye gitti.
Bilge, kralın anlattıklarını dinledi, biraz düşündü ve cevap verdi:
"Yapacak hiçbir şey kalmamış, daha doğrusu yapacak bir tek şey var... Bu, senin de aynı sudan içmen ve çoğunluğa katılmandır..."
"Nasıl olur" diye itiraz edecek oldu kral, ama bilge başka bir çözüm olmadığında ısrar etti. Ya da ülkesini bırakacak, krallığı bırakacak başka bir ülkeye, herhangi bir kişi gibi göçecekti.
Kral sarayına döndü, hemen kuyudan en son getirilmiş sudan içti. Ertesi gün kral uyandığında herkes gibi olmuştu. Halk da çok memnundu, "Kralımız iyileşti" diye seviniyorlardı.
Hikaye böyle...
Farkında mısınız kimse olduğu gibi görünmek istemiyor!
Sosyal medya mecrası adeta bunun için bir yarış pisti halinde!
Olmak istediği insan gibi görünme çabası her yerde; ama hiçkimse kendisi değil!
Özellikle instagramda herkes kitap delisi ama kahir ekseriyeti sürekli okuduğunu söylemesine ve her gün bunu gözümüze sokmasına rağmen, her gün okuduğu kitaptan zerrece feyz almıyor!
Bağlaç de ve soru eki mi' yi ayırmayı hiç düşünmüyor mesela!
Hergün okuduğun kitaplardan bunlar hiç dikkatini çekmiyor mu dersiniz?
Tabii gerçekten her gün okuyorsa!
Herkes, herkese özlü ve hikmetli sözler ile nizamat veriyor!
Ziya Paşa zaten bize değil mazidekilere söylemiş (!):
“Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât,
Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde.”
Herkes lafta kraliçe Elizabet, gerçekte ise Cilalı İbo!
Samimiyet, doğallık bitti!
Efektler, yapmacıklık, silikonlu ve estetik fetişizmi başladı!
Suni, sitayişli kof bir çağın ortasındayız!
16 yaşındaki genç kızlar bile burun estetiği için sıraya giriyor.
Estetik cerrahlar, herkesin kaşını gözünü burnunu aynı yapıyor olacak ki estetik olanlar hep birbirine benziyor!
Çin malı gibi aynı burunlu, kaşlı, bakışlı kadınlar dolaşıyor ortalıkta!
Yüzlerindeki sıcaklık; suni ebleh bir surata bırakmış kendini ve bunun adına güzellik deniyor!
Herkes muhteşem ebeveyn; ve yek diğerine çocuk bakmanın inceliklerinden dem vuruyor.
Pedagojik formasyon akademisi mübarekler!
Herkes yaşam koçu ve bir başkasının hayatına yön verip düzene koymaya çalışıyor kendi gemisi su alıyorken!
Binlerce yıllık tasavvuf, modern soslar ve tabirler ile servis edilip Manevi koçluk adı altında ticarete dökülüyor.
İki cümle alt ata yazan şair;
İki cümleyi ve bağlacı ile bağlayan yazar;
İki filozoftan alıntı yapan düşünür oluyor!
Marjinal ve modern olmayı medeni olmak zanneden samimiyetten, içtenlikten yoksun kadınlar ve erkekler ile kuşatıldık!
Aslında herkes kendini biliyor!
Bir hiç olduğunun farkında; ama dışarıya mükemmel görünmek asrın hastalığı...
Vitrini mükemmel; içi bomboş mağazalara döndük hepimiz!
Herkes firavun saraylarında karunlar gibi yaşadığını göstermeye çalışıyor.
Oysa Ebuzer olmak Firavun gibi görünmekten daha muhteşem değil mi?
Saraylara saltanatlara isyan edip Rebeze çölüne sürülen bir Ebuzer!
Vefat ettiğinde kefeni bile olmayan bir Ebuzer; ama adını göklerde altın harflerle yazdıran bir devrimci..
Ama inanın, bu içi boş, ışıltılı hayatların ışığı er ya da geç sönecek ve o ışık sönünce herkes kendi gerçeği ile baş başa kalacak...
İçini güzelleştirenlerin kandili o gün yanacak...
Ve anlayacağız ki kazanan hep samimiyet olacak...
Ya hikâyedeki kral gibi suyu içip bu deliliğe ortak olacağız veya Ebuzer gibi isyan edip sabırla mücadele ederek kazanmaya bakacağız...