Kadın ve Erkek, İstanbul Sözleşmesi'nden Veda Hutbesi'ne
"Günümüz Batı insanı "toplumsal cinsiyet eşitliği" kavramıyla aslında kadının fıtratının erkekten farklı olduğunu göz ardı etmekte" M.Nihat Malkoç yazdı.
"Millet olarak İslâm dinini hakkıyla ve lâyıkıyla anlasak ve yaşasak aile içi şiddet diye bir meselemiz olmaz." Diyerek aile içi şiddetin ve insanların kadin-erkek diye bir ayrıma tabi tutulmasının doğru olmadığı gibi bu konuda ciddi endişelerini dile getiren yazar, İslam'ın doğuşu ile İstanbul sözleşmesi konuları arasında kadının yerini en hakiki anlamıyla hakkını veriyor.
"Kadının olmadığı bir hayat düşünülebilir mi? Kadınlar her zaman hayatın içindedir, öyle de olmalıdır. Çünkü hem nüfus olarak hem de tesir olarak hayatın öbür yarısını teşkil ederler. Fakat nedense Mart ayı geldi mi özellikle 8 Mart’ı içine alan hafta içerisinde, iletişim araçlarının çoğu, kadını sömüren yayınlar yaparlar. Feminizm adı altında kadınlarla erkekleri düşmanmış gibi gösterme yarışına girerler. Bundan bile getirim(rant) elde etmeye kalkışırlar."
M.Nihat Malkoç'un Dünya Bizim kültür Portalında biz okurları söndüğü yazısının tamamı;
Kadınla erkek bir elmanın eş parçaları gibidir.
İnsanları ‘kadın-erkek’ diye ayrıma tabi tutup değerlendirmek ne kadar ahlâkî ve samimi bir davranış olur? Bu hususta ciddi endişelerim var. Çünkü kâinatı yaratan Allah, kendisinin halifesi olarak dünyaya gönderdiği insana hitap ederken onun cinsiyetini ön planda tutmuyor. Ayetlere baktığımızda bunların çoğunun “Ey insanlar…” diye başladığını görürüz. Hiçbir ayet “Ey erkekler, ey kadınlar...” diye başlamıyor. Rabbimiz genel hitapta bulunuyor. Çünkü Allah, insanî vasıfları esas alarak kullarına sesleniyor. Kulu bir bütün olarak görüyor.
Dünya kurulduğundan bugüne kadar, şöyle veya böyle, kadınlarla erkekler birbiriyle kıyaslanmış, müspet ve menfi kanaatler ileri sürülmüştür. Fakat genelde bu iki kesim birbiriyle uzlaştırılacak yerde, aksine kışkırtılmıştır. Bu tutum, her iki kesime de sevgi ve zaman kaybettirmiştir. Oysa kadınla erkek bir elmanın eş parçaları gibi görülmeliydi.
Kadınlar anamız, bacımız, kızımız, halamız, teyzemiz, ninemiz, ablamız ve eşimizdir. Kadınlarımız varlık sebebimizdir. Kadınlar hayatın ağır yükünü omuzlayarak erkeklere yardımcı olan eli öpülesi mübarek varlıklardır. Onlar olmasaydı, erkekler hayat denen bu ağır yükü taşıyamazlardı. Onlar zorlu hayat yolculuğumuzda bize omuz veriyorlar.
Kadının olmadığı bir hayat düşünülebilir mi? Kadınlar her zaman hayatın içindedir, öyle de olmalıdır. Çünkü hem nüfus olarak hem de tesir olarak hayatın öbür yarısını teşkil ederler. Fakat nedense Mart ayı geldi mi özellikle 8 Mart’ı içine alan hafta içerisinde, iletişim araçlarının çoğu, kadını sömüren yayınlar yaparlar. Feminizm adı altında kadınlarla erkekleri düşmanmış gibi gösterme yarışına girerler. Bundan bile getirim(rant) elde etmeye kalkışırlar.
Büyük bir acının neşet ettiği 8 Mart'tan bugüne kadınlarımız...
Kadınla erkek birbirini tamamlayan iki eşit parçadır. Birinin yokluğu hayatı eksik kılar. 8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanması, uluslararası düzeyde kabul gören bir hâl alması 1970’lere rastlasa da bu tarihe kaynaklık eden olay ve dünya kadınlarının ortak bir gün kutlama isteğinin gündeme gelişi 1800’lerin ortasını bulur. ABD’nin New York kentindeki Cotton tekstil fabrikasında çalışan işçi kadınlar, 1800’lü yılların ortalarından beri daha iyi çalışma şartları, emeklerinin karşılığında hak ettikleri ücret ve daha iyi yaşam için mücadele vermektedir. Ama bunca yıllık mücadeleye rağmen elde edebildikleri pek bir şey yoktur. En sonunda, 8 Mart 1908 günü, haklarını alabilmek için son çare olarak greve giderler. Ancak patronlar bu greve zalimce müdahale ederler. Greve giden kadınlar fabrika binasına kilitlenirler. Patronlar bu yolla grevin başka fabrikalara sıçramasını engellemek isterler. Ancak beklenmedik bir şey olur ve fabrika yanmaya başlar. Ne yazık ki yangından fabrikada bulunan kadın işçilerden çok azı kaçarak kurtulmayı başarır. Yanan fabrikadan kaçmayı ve fabrikanın çevresine kurulmuş olan barikatları aşmayı başaramayan 129 kadın işçi yanarak ölür. O günden beri 8 Mart, Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanıyor.
Kadın hayatın her sahasında varlığını hissettirmektedir. Onlar erkeklerin gözbebeğidir; başlarımızın tacıdır. Fakat bu kutsal varlığı suistimal eden erkekler de az değildir. Bukalemun misali renkten renge girerek kadının şahsiyetini istekleri doğrultusunda yönlendirenler hep olagelmiştir. Art niyetli kişiler dünyadan silinmedikçe bundan sonra da kadınlar kötü emellere alet edilecektir. Türk şiirinin özgün kalemlerinden biri olan Nazım Hikmet’in şu mısraları toplumun kadınlar hakkındaki yaklaşımını ve olması gerekeni veciz biçimde ortaya koyuyor:
“Kimi der ki kadın
Uzun kış gecelerinde
Yatmak içindir…
Kimi der ki kadın yeşil bir
Harman yerinde dokuz zilli
Köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayalimdir.
Boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal
O benim kollarım bacaklarım.
Yavrum, anam, karım, kız kardeşim
Hayat arkadaşımdır.”
Dünyanın en zor işidir kadın olmak…
Nereden bakarsanız bakın, dünyanın en zor işidir kadın olmak… İş kadını, ev kadını, anne, eş olmak… Bunlar kolay mı sanıyorsunuz? Töre cinayetlerine kurban giden, dövülen, hakarete ve cinsel tacize uğrayan, yaşamın dışına itilmeye çalışılan kadınlar gördükleri kötü muameleye rağmen yine de vazifelerinin başındalar. Alınları ak, başları dik…
Ülkemizde her yıl 8 Mart’ta Dünya Kadınlar Günü kutlanıyor. Bazı kesimler bu anlamlı günü, kadınların gövde gösterisi hâline dönüştürmeye çalışıyor. 8 Mart’ı kadınların erkeklerle mücadele günü hâline dönüştürmek isteyenler her iki kesime de zarar verdiklerinin farkında mıdırlar? Erkeksiz bir kadın yarım olduğu gibi, kadınsız bir erkek de aynı ölçüde yarımdır. Gaye üzüm yemek değil de bağcıyı dövmekse bu hiç kimseye bir şey kazandırmadığı gibi, meselelerin çözümü hususunda da topluma zaman kaybettirir.
Tarihimizde 93 Harbi olarak anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Erzurum’daki Aziziye Tabyası’nın savunulmasında kahramanca savaşan, mermileri sırtlayan Nene Hatun, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın avukat Süreyya Ağaoğlu, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın tiyatro sanatçısı Afife Jale, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın heykeltıraş Sabiha Bengütaş, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın doktor Safiye Ali, dünyanın ilk bayan savaş pilotu Sabiha Gökçen; fırsat tanındığında kadınların neler yapabileceğini, nelere kadir olduklarını gösteren sembol isimlerdir. Bu şahsiyetler milletin gönlünde yaşamaktadır. ‘Feminizm’ adı altında kadın erkek düşmanlığını körükleyenlerin bu abide kadınları örnek alarak kadın konusuna yapıcı bir tutumla yaklaşmaları herkesin yararınadır.
21. yüzyılda Türkiye’de hâlâ ‘Kadının adı yok’ diyenler hatayı biraz da kendilerinde aramalıdır. Türkiye’de kendilerini yetiştiren, yeterli eğitim alan kadınlar her zaman her yerde erkeklerle eşit olabiliyorlar. Kadınların üst kademelerde görev almasını engelleyen kanun mu var? Aksine ülkemizde bazı alanlarda kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık bile yapılıyor.
Ben Türkiye’de kadınların çok geri ve acınacak bir konumda olduğuna inanmıyorum. Bugün pek çok kilit noktada kadınlarımız görev yapıyor; çok da başarılı oluyorlar. Fakat bu demek değildir ki kadınlarımız toplumda istenilen düzeyde temsil ediliyor. Bu konuda hâlâ çözülmesi gereken meselelerimiz vardır. Yolumuz uzun ve çetindir. Bu meseleleri gürültü patırdı çıkarmadan halledebiliriz. Her işte olduğu gibi bu konuda da samimiyet esastır.
Kadına yönelik şiddet bu çağın en büyük ayıbıdır.
Dünyada kadınların elinin değmediği yenilik yok gibidir. Gerçekten de dünyadaki her eserde kadının hüneri apaçık görülmektedir. Onlar erkeklerin yaptığı işlerin pek çoğunu yapmakla kalmamış, evin kadını, çocukların annesi olması rolüyle asıl ağır yükü omuzlamışlardır. Geleceğin nesli onların maharetli ve mübarek ellerinden geçmiştir.
Kadın her alanda erkeğinin yanında yer almıştır. Onun ağır yükünü paylaşarak hafifletmiştir. Analık ve eşlik vazifelerini şikâyete mahal vermeden büyük bir görev aşkıyla, zevkle ve hakkıyla yerine getirmiştir. Onlar kurdukları mutlu yuvaların temellerinin sağlam olması için her türlü fedakârlığı ve feragati göstermişlerdir. Bu yolda ezilmeyi bile göz önüne almışlar, hatta ezilmişlerdir. Fakat hiçbir zaman zalimlerden ve ezenlerden olmamışlardır.
Erkeklerin adeta eli, ayağı ve dili olan kadınlarımız bunca fedakârlıklarına karşılık bulamamaktadırlar. Maalesef günümüzde kadınlarımız onca yararlılıklarına rağmen şiddete maruz kalmaktadırlar. Bu, çağdaş Türkiye’nin ağlayan yüzüdür. Bu çirkin suret bizi gelişmiş dünya devletlerine karşı küçük düşürüyor. Ülkemiz bu ilkelliği asla hak etmiyor.
Kadına karşı şiddet dünyanın genel sorunlarından biridir. Fakat geri kalmış ülkelerde diğerlerine nazaran daha yaygındır. Birleşmiş Milletler Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi kadınlara yönelik şiddeti; “ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma” (1. madde) şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanımın son yorumlamalarına “kadını ekonomik ihtiyaçlardan yoksun bırakmak” da dâhil edilmiştir.
Toplumların belkemiği olan kadınlarımızın kıymetleri yeterince bilinmiyor. Bazı ülke ve bölgelerde ayrımcılığa tabi tutuluyorlar. Acıları evvela kadınlar çekiyor. Ailenin yükünün en ağırını onlar taşıyor. Aileyi kadınlar ayakta tutuyor, dengeyi sağlıyor, çekip toparlıyor.
Kadına karşı şiddet, en sık rastlanan insan hakları ihlâllerindendir. Üstelik bu sadece Türkiye’nin meselesi de değildir. Gelişmişler de dâhil olmak üzere pek çok dünya ülkesinde hayatın yükünü sırtlarında taşıyan kadınlara şiddet uygulanmaktadır. Bu, insanlık dışı çirkin bir eylemdir, bizimle her şeyini paylaşan kadına vefasızlığın en vahimidir.
Kadınlar dövülmek için değil sevilmek içindir. Onlar dövülmeye değil, bir gül misali koklanmaya, sevilmeye layıktırlar. Erkek kadınsız her zaman eksiktir, yarımdır. Dünya kadınların omuzlarında yükselmeye devam edecektir. Onları çok seviyoruz.
İslâm on dört asır evvel kadına hak ettiği değeri vermiştir.
Cahiliye devrinde kadının onuru ayaklar altındayken İslâmiyet bir güneş gibi doğarak kadının üzerindeki buzları eritmiştir. O dönemde insan yerine bile konulmayan kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. İslâm gelince kadına hak ettiği değer verilmiştir. Müslümanlar kadınlara nasıl davranılması gerektiği konusunda en büyük rehberleri olan Hz. Muhammed (sav)'e ve onun Veda Hutbesi'ndeki şu sözlerine kulak vermelidir: "Ey insanlar! kadınların haklarını bilmenizi ve gözetmenizi isterim, bu nedenle Yüce Allah'tan korkmanızı dilerim. Siz kadınları Allah'ın emaneti aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emri ile helâl bildiniz. Sizin kadınlar üzerinde, onların da sizin üzerinizde hakkı vardır."
Günümüz Müslümanları arasında kadına hak ettiği kıymeti vermeyen kişiler varsa, bu yüce dinimizin ayıbı ve meselesi değildir. Bu, kişilerin şahsî tasarruflarının vahim bir sonucudur. Avrupa’daki ahlâksızlıkları, tahrif edilmiş Hıristiyanlığa bağlayamayacağımız gibi Türkiye’deki ve diğer İslâm ülkelerindeki menfî hareketleri de Müslümanlığa bağlayamayız. Aksine kişi Müslümanlığa ne kadar içten sarılırsa ahlâksızlıklardan, maddî ve manevî ziyandan o ölçüde beri olur. Zira Müslümanlık manevî temizliğin özüdür. Bu inancın gereğini yerine getirenler pak bir ruha sahiptir. Bunu içtimai hayatta da açıkça görmek mümkündür.
Yüce Allah, tüm Müslümanları bir bütün olarak görüyor. Kadınla erkeği kendi içinde kategorize etmiyor. Her birinin yaratılış özellikleri icabı hususî şartlarını da dikkate alıyor. Fakat ecir ve sevap konusunda ayrım yapmıyor. Yüce Yaratıcı, insanları kullukları itibariyle muhatap kabul ediyor. Şu açıkça bilinmelidir ki cennet ve cehennem hususunda kadın ve erkeğin birbirine göre avantajı yoktur. Her konuda olduğu gibi bu mevzuda da kul vasfı esas alınmıştır. Yüce Rabbimizin bu husustaki şu dikkat çekici hitabı bunun en bariz göstergesidir:
“Şüphesiz, Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, gönülden (Allah’a) itaat eden erkekler ve gönülden (Allah’a) itaat eden kadınlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Allah’tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah’tan) korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çokça zikreden erkekler ve (Allah’ı çokça) zikreden kadınlar; (işte) bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır.” (Ahzab 35)
Günümüzde kadınlarla erkekler feministler tarafından adeta birbirinin düşmanıymış gibi gösterilmektedir. Bazı kesimler ‘feminizm’ adı altında kadını sömürmüş ve onu erkeğin karşısına rakip olarak çıkarmıştır. Oysa bu durum, yaratılışa zıt bir anlayıştır. Aslında kadınla erkek birbirinin rakibi değil, birbirinin tamamlayıcısıdır. Kur’an-ı Kerim; “Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz.”(Bakara Suresi 187. Ayet) beyanıyla da erkek ve kadının insan olarak birbirlerine olan ihtiyaçlarına açık bir şekilde dikkat çekmektedir. Bunu böyle bilmeli, hâl ve hareketlerimizi bu doğrultuda ve makul olarak şekillendirmeliyiz.
Batı kökenli İstanbul Sözleşmesi Türk ailesine zarar veriyor.
“Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmiştir. 81 maddelik sözleşme 24 Kasım 2011’de TBMM’de kabul edilerek yasalaşmıştır. Fakat tartışması hâlâ bitmemiştir.
Günümüz Batı insanı "toplumsal cinsiyet eşitliği" kavramıyla aslında kadının fıtratının erkekten farklı olduğunu göz ardı etmekte, onu bir şekilde eşitlemekte; böylelikle gerçekte kadına iyilik etmemekte, onu kaldırması müşkül ağır bir yükün altına sokmaktadır. Bu yaklaşım sosyal statü ve rolleri öncelemekte, kişinin varoluşsal gerçekliğini dikkate almamaktadır. Kadını erkekle sözde eşitleyen bu seküler(modern/postmodern) bakış açısı eşitlik kandırmacasıyla onu ilâhî ve insanî adaletten mahrum bırakmaktadır. Oysa kadın kadındır, erkek erkektir. Bu iki öznenin tekleştirilmesi gayreti yaratılışa da aykırıdır. Kadınların giderek erkeklere benzetilmesi, erkek rollerine soyundurulması onlara zulümdür. "Erkek ne yaparsa kadın da onları yapar/yapmalıdır" anlayışı sakat bir mantık ürünüdür. Bu mantık(sızlık) kadını kendi olmaktan çıkarmış, ne idüğü belirsiz bir kisveye büründürmüştür.
İstanbul Sözleşmesi'ndeki yanlış yaklaşımlardan bir diğeri de cinsel yönelimlere bakış açısıdır. Bu bakış açısında farklı cinsiyet eğilimleri toplumu tehdit etmektedir. Bugüne kadar birer tabu olan bu eğilimlerin meşrulaştırılması geleceğimiz açısından kaygı vericidir. İstanbul Sözleşmesi, bundan evvel konuşulması bile mümkün olmayan bu eğilimleri hoşgörü şemsiyesi altına almaktadır. Bu durum ilerleyen zamanlarda farklı cinsiyetler arasındaki evliliklere kapı aralayacaktır. Günümüz Avrupa'sında bunun ilk örneklerini görmekteyiz. Ülkemizde de LGBTİ tarzı örgütlenmeler bu mikrobun bize de bulaştığını gösteren somut örneklerdir. İnançlarımızla alay eden bu dernekler devlete kafa tutar hale gelmiştir. Bu gibi çirkin oluşumlar yakın gelecekte ailemizi ortadan kaldırmaya, yerine ilhamını lutilikten alan utanılası sakat bir yapı kurmaya kalkacaktır. Bunun önüne geçmeliyiz. Sözde modern bakış açısıyla kadını erkeğin karşısına dikenler, yaşanan bütün olumsuzlukları ataerkil aileye mahsup etmektedir. Onlara göre yaşanan şiddet olayları dine ve geleneklere dayanmaktadır. Güya kadın ne kadar serbest ve başına buyruk bırakılırsa çirkeflikler o kadar önlenir. Oysa onların dillendirdiği bu anlayış, kaosun fitilini ateşler.
Eşcinselliği meşrulaştırarak bin yıllık geleneksel aile yapımızı yıkmayı hedefleyen İstanbul Sözleşmesi, aile kalesini teslim alma girişimidir. LGBTİ (Lezbiyen, Gey, Biseksüel ve Transgender, İntersex) tarzı örgütler bu sözleşmeyi büyük bir takdirle ve sevinçle karşılamışlardır. Bu sözleşmenin kabulünden sonra da resmen dernekleşmişlerdir.
“Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” kabul edildikten sonra, amaçlandığı gibi kadına şiddet azalmamış, aksine daha da artmıştır. Çünkü bu sözleşmeyle kadınla erkek birbirinin rakibi veya düşmanı gibi gösterilmiştir. Bu da iki cinsiyet arasında kutuplaşmalara neden olmuştur.
İstanbul Sözleşmesi'nde karı koca arasında arabuluculuk sistemi yasaklanmaktadır; şikâyet bir kez yapıldıktan sonra bir daha geri alınamamaktadır. ‘Tedbir kararı almak için şiddet uygulandığına dair belge veya delil aranmaması’; şiddet uyguladığı iddia edilen babanın apar topar evden uzaklaştırılması mevcut yarayı daha da kanatmakta, hatta kangren olmasına yol açmaktadır. Bu durum yeni şiddet olaylarının doğmasına sebep olmaktadır.
Avrupa menşeli bir kanun olan İstanbul Sözleşmesi'nin çoğu maddesi Türk halkı için uygulanır olmaktan uzaktır. Bu sözleşmenin Türkiye’de yasalaştırılmış hâli olan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun'un aileyi korumaktan çok, dağıtma riski mevcuttur. Onun içindir ki bunda Avrupa Birliği’nin 27 üyesinden sadece on dördünün imzası vardır ki bazıları söz konusu sözleşme metnine çekince düşmüştür.
Millet olarak İslâm dinini hakkıyla ve lâyıkıyla anlasak ve yaşasak aile içi şiddet diye bir meselemiz olmaz. Çünkü gerçek Müslüman hiç kimseye zulmetmez; herkese adil davranır. İslâmiyet'in yegâne kutsal kitabı olan Kur'an-ı Kerim ve hadisler var oldukça bizim Batı'dan akıl ve kanun almamıza gerek yok. Onların kanunları bizim toplumumuzu ifsat eder.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.