Sevgili, sahi kaç bin yıl oldu avuçlarım yüzünü yitireli? Kaç kere derisini değiştirdi kainat? Her biri bir ömür uzunluğunda kaç milyon saniye geçti? Avuçların en son ne zaman ısıtmıştı buzul dönemindeki avuçlarımı? Dudaklarından doğup göz bebeklerinden taşan gülüşün en son ne zaman dolmuştu gamzelerine? Sesinin çekingen, mahçup tonu en son ne zaman aydınlatmıştı kulaklarımı?
Sevmek, özlemek, aramak güzel şey sevgili! Derdim bu değil, başka. Bir an olsun pişmanlık duymadım acıdığı için bir yerlerim bilesin; dur anlatayım derdimi dilim döndüğünce, eminim hak veren çıkar bana.
Özlemek güzel şey, insan özlediği şeyin özlemini hatırlamakla kapatmaya çalışır, hatırladıkça diner özlemler ve özlem hatırlandıkça çoğalır büyür. Ama artık siliniyor suretin göz bebeklerimden. Kokun, sesin, gülüşün, yüzün, saçın… Olduğun gibi değilsin artık. Kopuk kopuk her şey, hatırlamaya çalıştıkça canım acıyor, özleminden daha çok kafa yorar oldum hatırlanmana. İnsanın özlediği şeyi bir bütün olarak gözünün önüne getirememesi ne büyük eza anlayamazsın. Saçlarını toparlayayım derken yüzün siliniyor, yüzüne sarılsam kokun kayboluyor, kokuna sarılsam bedenindeki benlerin sayısı ve yerleri kayboluyor, benlerine sarılsam sesin siliniyor, sesine sarılayım derken saçların dağılıyor.
Böyle böyle her zerrenin peşinden koşturmaktan yorgun düşüyorum işte. ’’Devir değişti, bir fotoğraf edin.” diyor akıllı insanlar! Oysa hatırlamak için fotoğrafa ihtiyaç duyulan hiçbir sevginin beş kuruş değeri yoktur bana göre! Sırf bu yüzden yakmıştım resimlerini, bilmeni isterim.
Yüzüm sen dokunmayalı öyle çok çürüdü ki binlerce çizgi var artık yüzümde. Eskiden avuçlarını yüzüme, alnıma koyduğunda ne güzel sağardın tüm acılarımı, tüm yaşanmış ezalar avuç içinle akar yok olurdu ve sen dokundukça gençleşir, her sabah bir küçük bebek gibi yenilenerek kalkardım yataktan. Göz bebeklerimi gözlerinin içine dikmediğimden beri kapkara kainat ne yazık; avuçlarım yanaklarına dokunmayalı beri nasır tutmuş, kaskatı; başını omzuma koymadan uyuduğum her gece cehennem kazanlarında tepinmek ne demek anlayamazsın; her gecem tarihin orta çağı kadar uzun ve anlamsız işte, nasıl anlatılır bu bilemiyorum inan.
Artık Karadeniz’in Marmara’ya karıştığı yerde geleceğin güzelliği değil gördüğüm, midemin tam ortasında binlerce tonluk bir kayayla dibine doğru batıyorum denizin, nefes alamıyorum inan bana. Oysa eskiden iki denizin kavuştuğu yer Fırat ve Dicle’nin uzun bir yoldan sonra büyük bir özlemle kucaklaşmasına benzerdi ne güzel, düşünsene yan yana iki yatakta binlerce yıl uzanıp bir birlerine dokunamayan bu nehirleri, ne büyük bir ihtişamdır özlemleri, özlemin şiddetinden nasıl da yataklarından taşıp aynı toprağı yeşertmenin hazzını yaşamışlar bazen ve her biri özleme dayanamayan onlarca genci nasıl da bağırlarına basıp acılarına son vermiştir değil mi?
Artık bu şehrin yaşlılığı, yüksekliği, sokakları, kalabalığı umurumda değil. Sahile vuran hiçbir dalga söküp atamıyor içimde biriken yosunları, milyonlarca insanla yan yana yürümek içimdeki yalnızlığa zerre kadar iyi gelmiyor, Moda sahilinde oturup Adalar’a nazır seni düşlemenin tadı kalmadı, yıldızlar artık ulaşılamayacak kadar uzağımdalar, eskiden gözlerinin içini anımsadığım zamanlarda tutup başına taç yapardım onlardan değil mi? Artık rengi siliniyor saçlarının ve sarhoş şarapçıların hikayesi hiç de acıklı gelmiyor artık midemdeki ağırlıktan. Tek derdim kaldırım taşlarını ikişer üçer atlamak, tek zevkli tarafı bu olmuş hayatın.
Sen; belki bir metrobüste sırt sırta tıklım tıkış yolculuk edeceğiz bir gün ve dudaklarımızın birbirine kavuşması için aynı anda kafalarımızı çevirmemiz yetecek de tanıyamayacağız birbirimizi. Olmaz deme sakın, geçen gün kafamı çevirir çevirmez bir dayıyla dudak dudağa geliyorduk neredeyse ve tanımıyorduk birbirimizi, yarın bir daha görsem yine de tanımam eminim. Kafamı, gözlerimi sağa sola çevirmem de hep senin yüzünden, bir parfüm kokusu senin kokuna benziyor bazen, bazen arkası dönük bir kadının saçları, bazen bir boy, bazen ses, bazen gülüş, bazen yüzde bir ben. Kadınlar bazen birbirlerine çok benziyorlar ya da ben benzetiyorum ne bileyim nihayetinde hepsi topuklu giyiyor değil mi? Diyeceksin ki dayı ne alaka, tabii ki bir alakası yok, sadece arkasındaki kadının ya sesi ya kokusu seni andırdı da bilinçsizce döndüm işte. Yoksa bir dayı niye seni andırsın? Nihayetinde dayılar köseleli giyerler bilirsin.
Şimdi bir kavak ağacının gölgesinde suretimi toparlamaya çalışıyorsundur belki, belki çoktan yokluğuma göz yumup artık hatırlamıyorsundur. Aramıza onlarca doğum sancıları sokup daha büyük acılar edinmişsindir belki, belki de avuçlarının avuçlarımı son kez ısıttığı yerde gözün yolda öylece bekliyorsundur, belki de metrobüsteki dayının arkasındaki sendin, kim bilir?
Dağılıyor suretimiz, bizi biz yapan her şey yok oluyor sevgili. Her adım ölüme doğru atılıyor, her saniye biraz daha yaklaşıyoruz yok olmaya. Bilmeni isterim ki eğer Sırat Köprüsü varsa o köprünün girişinde burnum tanıdık bir koku, kulaklarım tanıdık bir ses arayacak. Köprüden düşeceksem eğer düştüğüm boşluk içimdekinin yanında devede kulak, tek korkum seninkinden çok günah veya sevap işlemek, bir cehennemi daha sensiz yaşayamaz bu yürek bilesin.