Türkiye, çevre ülkelerinin içinde bulundukları krizlerle ve dünya siyasetini yönlendiren dünya devletleriyle (Osmanlı Döneminden gelen tecrübeyle) çok ince düşünülmüş ve her an her şeyin olabileceği bir denge siyaseti kurmuş durumda. Bu denge siyasetini kapalı kapılar arkasında gizli saklı olarak değil, dünya medyası gözü önünde söyleyip uygulamaya geçiyor.
Bir yanda Suriye’de müdahil olan tüm ülkeler ( bir şekilde ) bu kriz ortamından çıkmaya çalışırken Türkiye tüm varlığıyla Suriye’nin bir bölgesine yerleşiyor, bir yanda Rusya ile kritik anlaşmalar yapıyor, göçmen konusunu tüm dünyanın sorunu olarak siyaset alanında taşıyor. NATO üyesi olarak hem NATO’yla ters düşebiliyor hem de NATO’nun en güçlü ilkelerinden biri olarak bu rolünün gereklerini yerine getirmeye çalışıyor. Hemen hemen tüm Avrupa ve batı ülkelerinin itirazlarına rağmen Akdeniz’den çıkmayan Türkiye, diplomasi çalışmalarını da ihmal etmiyor.
İç siyasette ise FETO, YPG, PKK gibi sorunlarla birlikte tüm dünyada kötüye giden Ekonomik darboğazdan kurtulmanın derdinde Türkiye. Bu saydıklarım sorunlar adeta AK Parti ve Başkan Erdoğan’ın kişisel sorunlarıymış gibi muhalefetten eleştiriler almakta. Kamuoyu yoklamlarında ve anket çalışmalarında AK Parti’ye ve başkanlık sistemine desteğin azalması, Muhalefeti biraz canlandırmış durumda. Bu durum bence hem mevcut hükümet için hem de muhalefet için bir fırsata dönüşebilir. Şöyle; İnsanlar artık hükümetin yorulduğunu ve yeni fikirler ortaya atamadığını, Ankara’ya hapsolduğunu söylerken, Muhalefet de bu minvalde yürüyor.
Eğer erken seçim olmazsa önümüzde seçimlerde mevcut partilerle birlikte Ak Parti’den ayrılan Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu, Abdullah Gül gibi isimlerin liderliğinde kurulacak partilerde seçimlere girecek. Bu önümüzdeki seçimler Başkanlık Sisteminin devam edip etmeyeceği seçimi de olabilir. Çünkü Türkiye bundan sonra “düşük profilli” bir başkanla yürüyemez bir konumda. O yüzdendir ki her parti en güçlü adaylarıyla ve ittifaklarla seçim hazırlığında.