Buzdan kütleler ile sarılmış bünyeler,
Buket buket kaçışlar, sözün konusu.
Özden uzak, köz köz tuzaklar.
Emaresi yok çehreden, simadan güleçlerin,
Keşkeler yumağı sarmış, “ah olsaydıları”…
Bir gün bir bakmışız, hiç olmamışız!
Kalemden medet ummadan, saatler önce, vefadan, dostluk ve incelikten ödün vermeyen gönlü yüreği gibi pek olan bir ağabey ile kısa bir muhabbetim oldu.
Diyordu ki;
" * Ben sevdiğimi ararım, “kapıdayım, çayın var mı?” diye sorarım. Ne o öyle, saatler öncesinden arayıp da “müsaitseniz çaya geliyorum” demek. Zaten onu dedin mi, ne anlamı kaldı ki! Randevu alır gibi.
Tamam, aradığın can ciğer olmasa çaya niye gidesin! Candan ciğer ki öncesinden değil tam dibindeyken zili çalma cesaretim var.
*Derdim var, tasam çok… Belki de Mutluluktan coşkum çok. Arayıp randevu aldığım adamla nasıl paylaşayım." Dedi.
Tüm değerlerimiz, her şey peyderpey yok’a ram olmuşken en kıymetli duygu ve ritüellerimizin ayıp’a maruz, yerinin tozdan eylemlere bırakıldığı bir süreçte ne kadar da yerli yerinde oldu, anlatamam!
İnsan ancak bu kadar haklı olailirdi, bizlerin ne ara bu konuma düştüğünü düşündüm.
Kapısını, kendi kapın bilip, rahat ve özgürce giremiyorsan veyahut gidemiyorsan, gitme/girme zaten. Kimisi diyor ki “Şehir hayatı, herkes yoğun ve yorgun.” Çat kapı gidilmiyor, hele eli boş gitmemek adet olmaktan çıkıp “Borç” oluvermiş.
Zaten koptuk, her birimiz birbirimizden. Hayatın, yaşamın ve yaşayabilme adı altında nitelendirdiğimiz sürecin, bizlerden neleri alıyor olduğunu görmemek ne kadar saplanmış olduğumuzun göstergesidir. Meşgalelerin çokluğu, bir sonraki amaca ulaşma hırsı veya çabası, elde etme yarışı, tüm bunlarla doğru orantılı olarak yetmeyen zamanın, koca bir bulut gibi dağılıp yok olması.
Korona virüs, “Siz gitmediniz, gittiyseniz de dostluk kuralları dışına çıkarak gittiniz. Madem öyle hiç gidemeyin, aranıza buzdan dağlar örerim, isteseniz de gidemeyeceksiniz, görüşemeyeceksiniz” dedi.
Bizlere, incelik ve vefa yoğunluğuna sahip herkese inceden bir ders verir gibi.
Oysaki dostluk çok başkaydı;
Yaratılmışların en şereflisi, mahlûkatın öncüsü insanoğlu olarak yalnızlığa gelemeyiz, biraz alışır bir zaman sonra sıkılırız. Konuşmak, dertleşmek isteriz. Derdimize ortak dileriz, dertlere ortak olmak isteriz. Et-tırnak misali birlik, dirlik, beraberlik isteriz.
En kalbi, en gizli hallerimiz bünyemize ağır gelir. İçimizi sıkar, derimizi tetikler. Patlamaya müsait mayın olmaktan başka bir hale benzemeyiz.
Dostluk; Daha çok kalbidir, kalbi olanındır dostluk. Akla ve mantığa sığmaya bilir bazen.
Daha çok vefadır, merhamettir, rahmettir dostluk. Bağlayıcılık ister, sevgi ve sadakat temenni eder.
İki veya ikiden daha çok kalbe dayandırılabilir.
İki dost arasında, İstanbul’un mahallesi olmaktan çıkarılmıştır “Vefa”. Yüreklere semt, vicdanlara karargâh, irkilip ürperen kalplere cesaret adlı siper olmuştur.
Vefa, dostlar arasında surdur.
Sarsılsın, fırtınalara maruz kalsın, tüm fitne ve fesatlar onlara telakki etsin. Kayadan alacağı sadece tozdur. Kaya Dosttur, toz fitnedir.
En şerefli dostların öncülüğü ile örneklik teşkil etmesi adına şu kısayı paylaşmak istiyorum.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa Miraç olayından sonra Allah’ca bir dönüş ile evine döndüğünde etrafında ki bazı münafıklara;
-“Bir bardak çayın soğumasında geçen süreden daha az bir sürede buradan alınıp Kudüs’e, oradan da tekrar buraya getirildim” diyor.
Münafıklar –haşa- bunun bir saçmalık olduğunu kendi aralarında tartışıp, yol yürürken Hz. Ebu Bekir’e rastlarlar.
Her şeyden habersiz olan Ebu Bekir’e böyle bir olayın olup olmadığını soruyorlar.
Ebu Bekir, Hz Muhammed’in ağzından duymamış olmasına rağmen,
-“Bunu Muhammed mi söyledi” diye sordu onlara. Onlarda, “evet, Muhammed söyledi.” Deyince.
Ebu Bekir;
“ O söylemişse doğrudur.” Diyor.
Bunun tek bir sebebi var değerli arkadaşlar, güven, sadakat, sevgi ve vefa. Peygamber oluşu bir yana, Peygamber olmadan öncede aynı sadakat aynı sevgi ile yoğruluyorlardı.
Sevgi adlı duygunun tüm zerrelere tasallut edişi ile vefa ülkesini yüreğine kuranların adıdır dostluk. Vefa ve dostluk kalp ile ruh, Aşk ile yar, toprak ile taş gibidir.
Hz Ebu Bekir’in tüm ahalice meczup diye tarif ettiği arkadaşının “Ben Peygamberim, Allah’ın elçisiyim” deyişine, ona duyduğu güven ve sadakatin telakkisi ile “evet sen doğru söylüyorsun, sen Allah’ın resulüsün” deyip iman etmesi gibi… En zor, en karmaşık, en acılı gününde, onu sonuna kadar destekleyip, arkasında durması, dostluk ve vefanın mucizevi bir şekilde şekle bürünmesidir.
Bir gün eserinden zerresinin kalmayacağı tarih, tozlu ve nemli sayfalarda, satırların koynuna gizlemiş, ağır ve asaletli, sadık ve yürekli bir şekilde hayatın her merhalesinde dostun dosta, kalbin vefaya olan bağlılığı, üç yaşında tatlımı tatlı bir çocuğun tebessümüne gizlenen saflığa meydan okuyacaktır.
Dosta bağlanma şekli, bilim ile kurgulanamaz. Akıl ile durulanamaz. Dedik ya kalbi olanın, yüreği yananın, İnsanlığını yitirmeyenin işidir dostluk.
Akıldan ve vicdandan yoksun kalmayı tercih etmişlerin, sevginin yumağından geçmeyenlerin, sadakat adlı merhalede durmayanların ne haddidir ne de yapabileceği bir eylemdir.
Ve iman adlı İslam kavramından uzak bir sevgi, sevgi diye ithaf edilemez.
Allah’ın emri ile telkinlenmeyen bir dostluk bağı, sağlam sayılmaz. Bir olana vefa olmadı mı, çok olana vefa kâr etmez. Vefaya ve sağlam bir bağa bağlılık isteniyorsa eğer, bunun en şeffaf yolu Allah-vari bir merhamet ve rahmetten geçer.
Değerli olan tüm varlıklar adına, ruhu olan tüm eşya namına, güneşi doğudan doğuran batıdan batıranın hürmetine…
Ebu Bekir’ce Vefalara,
Yusuf’ca samimiyetlere,
Sadakatle bağlılıklara maruz kalmanız dileği ile…