“Herkesin herkese fikrini söylediği bir zamanda yaşıyoruz. Twitter diye bir şey var. Belki eskiden herkesin bu kadar “keskin” ve “net” fikirleri yoktu. Ama ihtiyarlar şunu bilmeli ki bugün herkesin bir fikri var.” Mehmet Erken yazdı.
İşte Dünya Bizim sitesinin yer verdiği o yazının tamamı;
Hepimiz doğuyoruz, büyüyoruz ve ömrümüzün sonuna yaklaşıyoruz. Arkadaşlarımla son zamanlarda çokca tekrarladığımız şey, “Yaşlanıyor muyuz acaba?” sorusu. Bir üst neslimde ise daha çok “Sanırım yapacaklarımızın sınırına geldik, özeleştiri dönemine yaklaşıyoruz” mealinde cümlelere daha çok rastlıyorum.
Son zamanlarda gençliğin durumundan şikayetçi büyüklerin sayısında büyük bir artış var. Bilmiyorum dikkati çekiyor mu? Çekiyordur muhakkak. Gençliğin durumu vahim midir? El hak bu sözlerin haklılık payı vardır. Peki bu meseleyi biraz genişletsek nasıl olur? Yani gençler genç değil de (ki gençlik nedir?) bebekler bebek gibi midir? Çocuklar, peki çocuklar çocuk mudur? Tamam bunlar akıl baliğ değiller. O zamanla işler bir anda tersine döner. Yani orta yaşı konuşmaya başlarız. 30’un, 35’in üstünü... Sonra ihtiyarlar? İhtiyarlar gerçekten ihtiyarlar mı? İnsanlar olgunlaşıp ihtiyar mertebesine gelebiliyorlar mı yani? Geniş bir idrak, dinginlik, oturaklılık, yavaş yavaş kenara çekilmek, çocuğa, gence, orta yaşlıya hakkını vermek, hakkını teslim etmek, vs...
Benim kanatimce, gençliğin problemli olmasının sebeplerinden bir tanesi de ihtiyarların ihtiyar olmaması. Ve olgunlukları göz önüne alındığında, aslında kendi durumları üzerine daha fazla düşünmesi ve daha yavaş bozulma göstermesi gereken sınıf yaşlılar. Gençler, gençtir işte. Çocukluktan yeni çıkmıştır. Tam manasıyla olgunlaşmamıştır. Ama ihtiyarlık, zaten olgunluk mertebesidir. Peki ya ihtiyarlarımız olgun değilse? Bu soru gerçekten önemli bir soru, ihtiyarların düşünmesi gerekiyor.
Hayatımızın merkezine doğru hızla ilerleyen araçlar
İnsanoğlu çalışmayı bırakamaz ama insanoğlunun çalışmaları, zaman ilerledikçe form değiştirir, değiştirmelidir. Çocukluğunuzda başladığınız hayata 60, 70 yaşında devam edemezsiniz, sakil durur. Bu nedenle insanların, vakit geçtiktçe üzerlerindeki iş yükünü ve ellerindeki işin tanımını değiştirmeleri gerektiği kanaatine sahibim. Bir işyeri sahibi için anahtarları, oğluna teslim etmek kolay değildir, amenna, ama işin sonunun buraya gelmesini temin etmek de bir vazifedir. Anahtarlar, hiç kimsenin tapulu malı değildir, malum.
Biraz ihtiyarlardan şikayet yazısı kıvamında devam ediyorum, mazur görünüz. Ama amacım, ihtiyarları topa tutmak değil. Bilakis bir vakıayı ortaya koymak ve bazı taleplerde bulunmak.
İhtiyar amcalar, en çok ihtiyacımız olan şeyi kendi mecralarından tanımlayıp buna uygun hamleler yapıyorlar, hepsinden Allah razı olsun. Fakat, bu sorunun muhataplarından bir tanesi olarak, “Sizden istediklerimiz” başlığında bir şeyler söylemek hakkım mevcut sanıyorum.
Enformasyon çağında yaşıyoruz. Bilgi teknolojileri sahası, son 100 yılın belki de en hızlı gelişen alanı. Gramafon, fotoğraf makinesi, radyo derken bir anda televizyon, bilgisayar, internet gibi hızlı bir silsile yaşadık. Bütün bu araçlar, genişleye genişleye hayatımızın en merkezine doğru hızla ilerledi. Babaannem, bundan 40 sene evvel, ilk televizyonlarının salonda değil holde kapalı dolapta durduğunu, izlemek isteyenin kalkıp televizyonun karşısına gittiğini söylerken, TV’ler hızla salonlara girdi. Şimdi internet ve akıllı telefon ise en açık şekilde her yerde. Bütün bu araçlar hayatları ve algıları değiştiriyor.
Tamamiyle geçmişinden kopma noktasına gelmiş insanlar
Peki ben bütün bu malumatı niye aktarıyorum? Bilgi teknolojilerinin en önemli özelliklerinden bir tanesi, bir teknoloji ile büyüyenler için bir önceki teknolojinin çok da bir mana ifade etmiyor olması. Yani internet, benden 15 yaş büyük birisi ile bana aynı şeyi ifade etmiyor. Benden 15 yaş küçük biri ile bana da aynı şeyi ifade etmiyor.
Buna bir de değişen hayat düzenini katarsak... O zaman işler tamamiyle bambaşka yerlere gidiyor. Buna bir de göçü katarsak... Bir de köy ile kent arasındaki farkı katarsak... Bir de, bir de, bir de… Sonunda tamamiyle geçmişinden kopma noktasına gelmiş insanlar olarak büyüyoruz demek oluyor. Her doğan nesil, yeni bir nesil oluyor yani. Bir önceki nesil ile bağları zayıf, yeni bir nesil. Aynı zamanda geleceğini göremeyen bir nesil. Zira büyüdükçe, üstündeki insanlar ile ilişkisi aynı işliyor. Önemli insanlar olarak sürekli aynı insanları görüyor. İnsanlar büyüyor, nesiller büyüyor ama ilişki biçimlerinde en ufak bir değişme olmuyor. Büyük, küçüğün hakkını teslim etmiyor en başta. Küçük de dolayısıyla büyüğüne saygı duymuyor. İlişki karşılıklı yani. Ne alırsak onu veriyoruz!
Biyografilerin, hatıratların, nehir söyleşilerin sayısının son yıllarda artmasının sebebi
Herkesin herkese fikrini söylediği bir zamanda yaşıyoruz. Twitter diye bir şey var. Belki eskiden herkesin bu kadar “keskin” ve “net” fikirleri yoktu. Ama ihtiyarlar şunu bilmeli ki bugün herkesin bir fikri var. Dolayısıyla yeni nesil, insanların fikirlerini dinlemekten bunalmış durumda. Bugün bir gence bir fikir söylemek, boşluğa konuşmaktan bir nebze daha faydalı olabilir. Bilgi? Özel bir bilginiz yoksa, malumat noktasında bugün genç olan biri, bir başkasından kolay kolay bilgi almak istemez. Daha doğrusu bilgi kaynakları çoktur, ve kimsenin kendisine “özel bir bilgi” vereceğini pek düşünmez. Zorlamak gerekir. Bizim neslimiz için hayatlar biriciktir. Ve aslında, hayat hikayeleri dikkat çekicidir. Diziler, filmler izleriz mesela. Evet dizi ve film de çok izleriz. Ama bu, herşeyi canlı canlı yaşamış biri gibi olmaz hiçbir zaman. Yaşayanın kalbinden gelen sesi, kulağa dolduğu zaman, aynı hikaye başka bir şekil alır. Anlatan ve anlatılan karşınızdadır. Okurken de benzer hislere kapılırız.
Biyografilerin, hatıratların, nehir söyleşilerin sayısının son yıllarda artmasının sebebinin, kitap piyasasının genişlemesi olduğu kadar, buna duyulan ilgi ve merakın artması olduğunu kim inkar edebilir?
Fakat bugün, biyografi yazımı ve hatırat yazımı konusunda ciddi eksiklerimizin olduğunun hakkını vermemiz gerekiyor. Ve hatıratların yazılması gerektiğini de, bir mecburiyet bilmek gerekiyor.
Yeni nesiller 28 Şubat'ı bile doğru düzgün bilemeyecek
Başta ihtiyarların ihtiyarlıklarını gerektiği şekilde îfâ etmemesinden dem vurdum. İhtiyarlar, bence bu noktada büyük bir vazife sahibiler. Halen gençlikte duydukları heveslerinin, hırslarının veya arzularının peşinden gitmelerini çok büyük bir anlayışla karşılamakla beraber, ihtiyarlığın da bir hakkı olduğunu hatırlatmayı boynumun borcu olarak görüyorum. Benim neslimin, daha da önemlisi benden küçük nesillerin hiçbiri 28 Şubat'ı bile doğru düzgün bilemeyecek. Seçim söylemlerinden bir söylem zannedecek sadece. Böyle insanlardan nasıl 90’ları, çift kutuplu dünyayı, 80’leri, Özal’ı, Berlin Duvarı'nı, '80 öncesi çatışmaları, 70’leri, 60’ları bilmesini isteyebiliriz?
Hayat hızlı ve acımasız. Geçmişin normları, bugün için hiçbir değer taşımayabiliyor. Fakat tarihsizlik? Bütün bu geçişler arasında, farklı dönemler arasındaki bağlantılar ancak anlatıla anlatıla, üst üste birike birike kurulabilecek şeyler. Fakat herhangi biri, hikayeleri toplayıp, değişen, gelişen ve aynı kalan şeyleri anlamak istediğinde çözümsüzlükten başka bir şey ile karşılaşamıyor ne yazık ki.
İhtiyarlar üzerindeki hakkımız: Keşke hatıralarını en ince teferruata değin yazsalar
Ben bütün bunlardan sonra, bazı insanların özellikle hatıralarını yazmasını istiyorum.
İsmail Kahraman bunların başında geliyor. 60’ların önemli gençlik hareketlerinden MTTB’de başlangıç yapmış, bugün pek çok kelli felli amcanın abisi konumundaki İsmail Kahraman, halen aktif görev içinde koşturmakta. Fakat yetiştirdiği neslin, kendi MTTB tecrübesini pek de bilmediğinden bîhaber muhtemelen. Çünkü bugünün gençleri, onun kendi gençliği gibi değil. Onun kanaat ve yargılarına uygun düşmüyorlar. İsmail Kahraman keşke hatıralarını yazsa, mücadelelerini yazsa, isim isim ekiplerini yazsa, Birlik Vakfı'nı, milletvekilliklerini yazsa. Keşke.
Sabahattin Zaim’in hatıratını okurken bu fikirler daha da berraklaştı zihnimde. Gerçekten çok titiz bir çalışma olduğunu belirtmek gerekiyor. Merhum Zaim, bütün görev aldığı kurumlarda beraber olduğu isimleri not etmiş, bilinme ihtimali az olanları ise detaylıca tanıtmış. Bol bol fotoğraf, vesika ve gerekli yerlerde detaylı tasvirler ile, okuyan kişiyi yaşanan döneme götürmüş. İhtiyaç duyduğumda, İstanbul’un ve Müslüman camianın 50’lerini, 60’larını, 70’lerini gözümde canlandırmak için bu kitaptan aynı yerleri tekrar tekrar okuyarak tazeleniyorum.
Bunun üzerine bir isim daha zikredebilirim herhalde. Mesela Mustafa Kutlu. Sadece tanıştığı isimleri yazmaya başlasa, muhtemelen birkaç haftasını alır. Ömer Nasuhi Bilmen’den başlasa, Mahir İz’den devam etse, yurt dışındaki muhacirliklerini, sabah namazı eylemlerini anlatsa bize. Detaylı detaylı yazsa. Biz de Müslümanların basın alanındaki ilklerinden birini yakından tanısak. Yayıncılığın detaylarını onun ağzından dinlesek...
Bunlar sadece uzatmamak için cımbızla seçtiğim isimler. Yoksa Ezel Erverdi’den Nurettin Topçu’yu ve Dergah’ı, Salih Tuğ’dan ilahiyat camiasını, Mehmet Genç’ten “Hac Yolunda Bir Karınca”nın daha detaylı öyküsünü, Aykut Edibali yahut Yavuz Arslanargun’dan Mücadele Birliği'nin yazılmamış tarihini okumak ve daha nicelerinin yazacağı hatıralar, bizim ihtiyarlar üzerindeki hakkımızdır.
Mehmet Erken
Kaynak: Dünya Bizim