Bu zamana kadar ehliyetsiz, ruhsatsız, liyakatli liyakatsiz yazarı okuru, müdavimi takipçisi olduğum, mutfağında soğan doğradığım, tashih redaksiyon yaptığım, cümle kurduğum dergiler, dernekler, cemiyetler gösterdi ki; ‘misyon’ taşıyan vasıtalar aslında misyondan gayrı her şeyi taşıyor. ‘Misyon’u da kaidesinden kopararak, yerinden başka yere, aslını, dibini, kökünü unutacağı bir yere taşımakla kalmıyor, hurdacılar çarşısında parça pinçik edip hurda fiyatına satıyor.
Dergilerimiz vardı. Dosyaları, kapakları, künyeleri, sayıları, içindeki ve indeksleriyle değil; derledikleri, devşirdikleri, harmanladıklarıyla, dahası erittikleri, yoğurdukları, pişirdikleriyle, kurdukları akıl, gönül ve ruh yakınlıklarıyla bir maya, bir pota, bir havan, bir zemin işlevi gördüklerinden gerekli, lüzumlu ve vazgeçilmezdiler.
Bize hayattan kaçtığımız birer sığınak, saçak ve hücreydiler. Biz dergilerle derneklerde derlenip toplanırken başka bir gelecek hayali kurardık. Belki sığlığımızı kemikleştirir bizi bir örnek kılarlardı ama bize iyi gelirlerdi. Aidiyet, mensubiyet hissederdik. Biz bir iş yapar, bir iklim oluşturursak araya asalaklar, süneler, keneler girmez zannederdik.
Tabii öyle olmadı. Sevimsiz gerçek güzelim teorimizi mahvetti. Kıyıdan kenardan boyun büküp gerdan kırarak dergilerimize derneklerimize sarkan kapkaççılar zamanla bütün sözlerimizi parçaladılar, çaldılar, bütün muhabbet zeminlerimizi berhava ettiler.
Bugün de dergilerimiz, derneklerimiz, sohbetlerimiz, yaren meclislerimiz, müstakil mekanlarımız var ama işte tadımız tuzumuz az. Mebzul miktarda matbuat, dijital medya, medyum, çayhane, minare ve söğüt gölgesi ile yeteri kadar davul tozu, süt tozu, kül ve dana külbastımız var var olmasına ama o dergilerimiz, derneklerimiz ile o şehirden çıkarak hilali gözleyen, görür görmez İstanbul’u Ankara’yı arayan dava delilerimiz ve o dergilerimize abone toplayan kahramanlarımız yok artık. (Değil mi Yusuf Yazar Ağabey?) Yedi abone için Tavşanlı’ya, üç abone için Taşköprü’ye, sekiz abone için Denizli’ye, on dört abone için Diyarbakır’a giden adamlarımız yok.
Sanata, edebiyata, düşünceye katkıda bulunmak, matbaa, medya ve selüloz sektörüne hizmet sunmak; kariyer planlayan odacılara, poz verecek, “Bak bu benim” diye imzasını yahut resmini gösterecek ve biyografisini (CV) köpürteceklere, bir efendinin gölgesinde bir üst kanona, kasta, bir görkemli sofraya dahil olmak isteyen heveskârlara adres tarif etmek, terfi edecek olanlar için aracı tefeci kurum olunmamalıydı ama öyle oldu.
Edebiyat, sanat, düşünce dergileri ya da dert dava dernekleri bonservis almaya gelen her tür parazite, ökse otuna; her tür mantar, bit, pire ve uyuz böceğine karşı azamî dikkat üzere olmalıydı ama olmadı işte, olamadı.
Dergilerin kaderi de bizim gibi çoğalma, kalınlaşma, doymama gibi hasletlerimizle malul. Bu yalan ve yan arzular dergi yöneticilerini, editörleri, yazarları açık denizlerde çırpınarak sırtüstü, yüzüstü yüzmeye, yan yatmaya, çamura batmaya, işletmeye, pazara, piyasaya zorluyor. Elbet bir izahı, bir mazereti oluyor çürümenin. Yalnız dışarının şartları değil, içerideki “sakın geç kalma”, “ondan neyin eksik”, “olsa ne olur”, “sen, ben bizim adam” dürtüleri o yöne, zamanın ruhuna, pazara piyasaya yöneltiyor insanı. İnsanı, dergiyi, derneği…
Damla damla birikerek bir şey olunmayacağına, bir başına yürünürse menzile varılmayacağına, az ile gidilemeyeceğine, bir şebekeye dahil olunmazsa yol alınamayacağına, pazara uyulmazsa muktedir olunamayacağına, rekabet edilemeyeceğine, zamanın ruhu ıskalanır ise tarih dışı kalınacağına, asla birlikte olmayacak isimler bir araya getirilmezse ünlü ünsüz hece düşmesi yaşanacağına, süte su katılmazsa yol yürünmeyeceğine, katı olanın, katı kalanın buharlaşacağına; esnemek, uyum sağlamak gerektiğine, artık eski kesin inançlı zamanlarımızdaki gibi olamayacağımıza, yeni şeyler yapmaya memur ve mecbur olduğumuza inanılıyor.
Demiş ya Mevlâna, “Bugün yeni bir gün, yeni şeyler söylemek lazım.” Bu sözü, kökünden kopmaya, daldan dala konmaya, bir gölgede durmamanın referansı olarak gösteriyoruz. Hiç inanılmasa da, bu teori ile bu pratik, bu inanç ile bu amel birbiriyle artık akrabalık, dostluk, yakınlık içinde değil. Yalan hükümferma olunca farklar ortadan kalktı.
Kötü iyiyi kovuyor, kalın inceyi kırıyor, hoyrat zarifi dövüyor. Sırtımı kaşımazsan sırtını kaşımam deniyor. Dolayısıyla çok sayıda kese, lif, peşkir kıvamında metin dolduruyor hamam taşını.
İnsanın olduğu her yerde böyle oluyor, çok olduğu yerlerde daha çok oluyor. Demokrasi zamanlarında, çokluk, nicelik belirliyor her şeyi. Sündürmekten, uzamaktan, bolluktan zarar gelmeyeceği söyleniyor. Nicelik niteliği, gövde ruhu, kas gücü gönlü, kalbi eziyor. Az olan herkese az geliyor. Az okur, az yazar, az izleyici, az çeyiz makbul görülmüyor. Dergiler de aza rağbet etmiyor, söyleyeceği kalmadığında “sözüm bitti” demiyor da yaşam destek ünitesiyle yaşıyorlar.
Bu zamana kadar ehliyetsiz, ruhsatsız, liyakatli liyakatsiz bindiğim, yazarı okuru, müdavimi takipçisi olduğum, mutfağında soğan doğradığım, tashih redaksiyon yaptığım, cümle kurduğum dergiler, dernekler, cemiyetler gösterdi ki; ‘misyon’ taşıyan vasıtalar aslında misyondan gayrı her şeyi taşıyor. ‘Misyon’u da kaidesinden kopararak, yerinden başka yere, aslını, dibini, kökünü unutacağı bir yere taşımakla kalmıyor, hurdacılar çarşısında parça pinçik edip hurda fiyatına satıyor.
Dergi, dernek, sendika, parti, gazete, radyo, televizyon gibi manşetli, misyonlu, anonslu, billboardlu, yüzü insana ve topluma dönük kurumlarda omuz omuza oluşa, saf tutuşa çok bel bağlanır ama işte gün gelir saf tutmak yasak, sosyal mesafe şart olur. Çok abone, çok okur, çok üye, çok seçmen beklenir ama gün gelir selüloz yasak denir.
Çoklukta gözü olan, çokluğa karışırmış. Çoğalırsan kendin azalırmışsın. Gidersen, kaidenden, zemininden ayrılırsan dökülür, büyürsen, uzarsan eksilir, elindekiyle yetinmezsen, başkalarının elindekine uzanırmışsın. Kalabalığa girersen kendinden uzağa düşermişsin. Büyüme hevesindeysen, sadece büyürmüşsün. Cin olmadan adam çarpmaksa muradın, cin olmadan adam çarparmışsın. Birinin gölgesindeysen, kendi gölgen olmaz, olamazmış. Hareket noktanı, ilk adımını, niye doğrulduğunu, yola niye çıktığını unutursan, yoldan sapıp sapmadığını da sürüye kurdun dalıp dalmadığını da emniyetli yoldan emniyetsize geçip geçmediğini de fark edemezmişsin. Kiminle yola çıktığını unutursan nereye doğru yol aldığını da bilemezmişsin.
Ayrıldıklarınla sadece ayrılırsın. Kulağında, kalbinde bir ses, bir yüz, içinde bir sızı bile kalmaz. Arkana bakmazsan, önünü de göremezsin. Gidersin, uzarsın, çoğalırsın ama o kadar. Giderken, zaten, iç ve orta kulağın, kulak memene kadar kendi sesinle doludur. Yeni bir söz, yeni bir mısra, yeni fikir kâr etmez, ulaşmaz sana. Sana niye ulaşsın söz. Hakikat avuçlarında, tekelinde senin. Bilmediğin yok. Başka bir ses kulağının birinden girip ötekinden çıkmaz. Artık ayna sana, sen aynana meftunsun. “Çerh ile söyleşemem, ayinesi saf değil.” Kiminki saf?
Ayrılır gidersin ağrısız, sızısız. Ayrılan kendi yoluna gider. Zira herkesin bir yolu olur, illa ki olur. Herkesin yolu kendine gider, kendine varır. Herkes kendi dergisini çıkarır, kendi derneğini kurar. Herkes kendi köşesinde, kendi sözünü söyler. Herkes kendi zemininde kendi cümlesini kurar. Herkes kendi sözünü derler, örer, örgütler. Herkesin sosyal medyası olur. Herkes kendi mikrofonuna konuşur, kendi sazını çalar, oynar. Horon halay zeybek dağılır.
Ve gün gelir, bugün olur, işte o gün herkes kendi kanaatinin önderi olur. Öyle oldu, öyle olduk. Hayatta sana, bana, size, bize olduğu, bütün derlenmelerimizin harmanlanmalarımızın, alayımızın, halayımızın başına geldiği gibi. Katolik nikâhı değil ya, “olmuyor, yol gitmiyor, birlikte yürünmüyor” der atarsın yüzüğü. “Ver mektuplarımı” der çeker gidersin. “Nereye?” diyen olmaz. Hakikat avucunda ya, yarısı sende yarısı onda kalır. Olan hakikate olur sana bana bir şey olmaz. Başkaca da bir şey olmaz, çünkü herkes bir yere gidiyordur.
Dergiler derlenmeye, dertlenmeye, harmanlanmaya, toparlanmaya yarar. Bunu kaç kez konuştuk aramızda. Hatta hep bunu konuştuk değil mi Süleyman? Aramız varken, birbirimizdeyken. Aynı güzergâh üzereyken, mihrak noktamızı, menzilimizi bir zannederken… Harman yerine sam yeli esmemiş, sap saman, buğday kışır birbirine karışmamışken. Hızır’ı beklerken.
Olan sonra oldu. Biz de sonra değiştik. Büyüyünce, dişimiz, tırnağımız tutunca, birbirimizi tartınca, kantara çıkınca, sözlerimizi kıyas edince, “ben demiştim” demenin tadına varınca, söyleşi verince, dinlemenin lezzetinden sözün cezbesine geçince, ağız tadımızı, damağımızı, dimağımızı kendimize bırakınca böyle oldu.
Birbirine yazma, birbiriyle konuşma, birlikte oturma, kalemini, defterini birlikte açma, yanlışları birlikte silme, yazarak konuşarak birlikte yontulma, birlikte incelme, portakalı dilimleri kadar dilimleme, eksiltmeden, üstünlük kurmadan, alt metinli imalı mesajlarla birbirini incitmeden, sözü sohbeti, çayı şerbeti, öfkeyi muhabbeti birlikte demleme, birlikte içme, birlikte kanmadır dergi dernek...
Bizim Şaban, Hafız Şaban camiye götürsün diye el arabasına yüklenen kara tosun derisini dedesi gözden kaybolduktan sonra geniş bir kavis çizerek cami yerine derneğe götürmüş de küçük hafızın masum hilesi deşifre olunca derneğin idarecileri deriyi verip Şabanı almak için ha cami ha dernek diye cami derneğine vermişler ya, bizim dergi dernek hikayemiz o misal.
Demem o ki, aynı cezvede pişmek, aynı fincana dökülmek ve beraber köpürmek, bir ustası olmak yazık bize hiç olmadı. Bir ustası olması için çırak olmayı, çıra olmayı, yanmayı, diz kırmayı, boyun bükmeyi kabullenmek gerekiyordu. Duyuşunu, duruşunu, bakışını, döne döne tornadan, tesviyeden, ustanın keskin, derin, testereli ince bakışından geçirmek gerekiyor, ama ustam nerede? Devrik bir cümleyi kaidesine oturtmak için birbirine, yola, yoldaşa, söze, yazıya dayanmak, yaslanmak gerekiyor ama nasıl?
Dergi bu, derlenmek bu, peki var mı? Yok. Mümkün mü? İmkânsız değil ama zor. Kendi cümlesi, kendi sözü, şiiri, öyküsü olduğunu zanneden, kulağı kendi sesiyle dolu olan, bildiğinin birinden geri kalır mı insan. Kalmaz.
Benim önceliğim mekân oldu. Dergi bana mekândır. Bir damla huzur alacak bir mekân aradık daima. Mecrasında kıvamını bulan bir sohbeti bölmeyecek ruh ve can sahibi bir mekân olamadı ne yazık ki. Şahsen bu hasretle geldi geçti ömrüm benim ama olamadı. Sohbetin, muhabbetin mekan tuttuğu yerde beleşçi asalaklar, yancı keneler daima olur. Bundan kaçınılamaz ama meydan hepten bunlara da bırakılamaz.
Haksızlık etmeyelim, az çayını içmedik dergilerin, az iri laf etmedik, dergi bürolarında küçük bir iş buyrulduğunda ipe az un sermedik. Eserler verildi ama bir büyük rüzgar esmedi, bir fikri takip üzere olunamadı. Bir römork imzalı kitabımız oldu ama ötesi olmadı, olamadı. Konuşkan, açık, şeffaf, berrak olmalı dergi. Mesaiye, hiyerarşiye tabi üç düğmesi ilikli derginin rengi kokusu olmuyor. Bugün halen dergi çıkaran, dergileri yaşatan, dergilerde derneklerde derlenen insanların herbirinin alnından öpmeliyiz. Dergilerde derneklerde yalnız endam aynalarını sırlayanlar ise mümkünse buralardan uzak olmalı. Bir de şu var son söz yerine: Dergi dediğin, dernek dediğin ne bir tavşan adası olsun ne de zata mahsus.
Ne adresler, ne ocaklar, ne dergiler, ne dernekler var yâdımda. Bazısında yazdığım, bazısında çalıştığım, bazısında gözümün kaldığı dergiler… Bu güne geldiğimizde düşünceyi, duyguyu, derdi derleyen dergilerin de çoğu gitti azı kaldı. Gençken coşkuyla, huşuyla dünyayı değiştirmek için biraz heyecan biraz ateş almaya uzanırdık dergilere.
Sezai Karakoç’a, Diriliş’e, Üretmen Han’a gittiğime kırk olmuş. Cahit Zarifoğlu’na, Mavera’ya, Selanik elli ikiye kırk yıl. Nuri Pakdil’e, Edebiyat’a, Akay Yokuşuna kırk yıl. Ebubekir Eroğlu, Ahmet Yücel, Adnan Tekşen’le Yönelişler’de karşılaşalı otuz sekiz yıl. Yaşar Kaplan’ın Aylık Dergisi’nin ilk aldığım sayısına otuz sekiz yıl olmuş. Rıfat Bakan Bursa’da Yeni Yorum’u, Abdulkadir Çolak Konya’da Güldeste’yi çıkaralı otuz sekiz yıl olmuş. M. Esat Coşan Hocamız İslam’a, İlim Sanat’a, Kadın ve Aile’ye, Gül Çocuk’a, yani Mithat Paşa’ya gideli otuz yedi yıl. Tıp Talebeleri Hekimler Birliği Türkiye Klinikleri’ni, Hukuk talebeli Teklif’i, İlahiyatçılar İslami Araştırmaları ve İslamiyat’ı çıkaralı otuzbeş, otuz, yirmbeş yıl olmuş. Ali Haydar Haksal’ın Yedi İklim’ine, Nedim Ali Zengin’in İkindi Yazıları’nı Şaban Abak tanıştırmıştı otuz üç yıl olmuş. Mehmet Erdoğan’ın Ayane’sine otuz iki yıl. İktibas’a Ercüment Özkan’a Mithatpaşa ile Tuna Caddesinin kesiştiği binaya otuz beş yıl. Albatros’a Mehmet Bodur’a, Kemal Sayar’a, Necati Polat’a Sakarya Caddesinde Galip usta’ya Çubuk’ta Bodur Köfte’ye, Polatlı’da Hasan Erbay’a otuz bir yıl. Kayıtlar’da Ramazan Dikmen, Yusuz Ziya, Ömer Lekesiz’e, Panel’e Necmettin Türinay’a otuz yıl. Yörünge’ye Celil Güngör’e Ali Nazmi İş Hanı’na otuz yıl. Mustafa Kutlu’ya, Dergâh’a yirmi dokuz yıl. Mustafa Nadir’in Yatağan Dergisine otuz yıl, Necat Çavuş’un Bürde’sine yirmi dokuz, İhsan Deniz’in İpek Diline yirmi beş yıl. Mehmet Efe bir kucak Yerliler Dergisi göndereli yirmi sekiz yıl oldu. Hak iş Dergisine İsmail İ. Kıdeyş’e, M. Çetin’e yirmi yedi yıl. İzlenim’e, Ahmet Şişman’a, Ali Bulaç’a, İlhan Kutluer’e yirmi beş yıl. Hece’ye Ali Karaçalı’ya, Necip Tosun’a, İbrahim Çelik’e, Süleyman Sahra’ya, İsmail Sert’e, Muharrem Sevil’e Konur Sokak otuz dokuza, Ömer Erdem ile Cevdet Karal’ın Kaşgar’ı çıkardıkları günlere yirmi üç yıl. Tezkire’ye yani Ercan Şen’e, Ahmet Çiğdem’e, Yasin Aktay’a, Murat Güzel’e yirmi altı yıl. Vadi Kitapevi Kökler’in, Karagöz’ün, yani Osman Özbahçe’nin de mekanıydı. Edebiyat Ortamı Mehmet Ali Bulut, Mustafa Aydoğan, Ali K. Metin’e yirmi üç yıl. Arif Ay’ın Edep Dergisine yirmi iki yıl. Ekopol’e Cevdet Çağan’a yirmi iki yıl. Gerçek Hayat’a İsmet Özel’e, Levent Gültekin’e, Gökhan Özcan’a, Hakan Albayrak’a, Suavi Kemal’e Murat Menteş’e, Halime Kökçe’ye, Selahattin Yusuf’a yirmi yıl. Türkiye Günlüğü’ne Tuncay Önder’e hayli seneler oldu, halen de oluyor. Keza Yarın Dergisi’nde Burhan Metin’e, Ahmet Özcan’a yirmi iki yıl olmuş.
Açık havada dergi çıkaran, dergisiz yaşayamayan adamlar da vardı. Çıkardıkları dergilerin sayısını unuttuğum Mevlana İdris, Hakan Albayrak, Ahmet Özcan, Mehmet S. Fidancı, Murat Erol onlardandır. Daha çok vardır. Gazetede bir ömür dergi yazısı yazan Akif Emre gönlünce bir dergi çıkarsaydı da musahhih ya da redaktör olarak çalış deseydi gam yemezdim yalan dünyada.
Unu, şekeri hazır olduğu halde çıkamayan dergiler de var. ‘Yazılar’ mesela.
Ayaküstü dergiler çıkarırdı bazı adamlar. Sakarya Çay Ocağı günleri öyleydi. Dergiler olmasa kitabevleri olmaz. Kitapçıya dergiler üzerinden iz sürmeye gidilirdi daima. Gazve, Seha, Şamil, Pınar, Nur, Kitap Sarayı, Dost, İlhan İlhan, Akabe, Mustafa, Turhan, Bilgi, Akçağ, Birleşik, Ülke, Ecdat, İmge, İletişim, Ağaç, Fidan, Toprak, Enderun, gökkuşağı, Vadi, Fatih Kitabevine kitaplardan ziyade dergilere gidilirdi. Üsküdar ve Kadıköy iskelelerinde beklediğiniz dergi varsa bir vapur dolusu sevinçle karşı yakaya geçerdiniz. Seksen beşte Gösteri büyük şairlerin şiir kasetlerini verirdi, aman ne sevinçti. Broy’un kâğıdı ne güzeldi. Diriliş, Yeni Dergi, Edebiyat, Mavera, Yönelişler, Hareket, Dergâh, Yedi İklim, Şiir Atı, Hece, Birikim, Ludingira, Sombahar, Divan ve Kaşgar dergilerinin takımlarını geriye doğru büyük ölçüde tamamlamıştım.
Demek çok zaman, çok seneler olmuş. Gençtik. Hayattan az konuşur, çok utanırdık. O yaşlara, o hallere özlem ne tuhaf. Atın yaşına bakılırdı ve hiçbir şey sayılmazdı o vakitler. Ne aboneler, ne üyeler, ne taraftarlar sayılırdı. Olacak olan oldu. Öyle oldu böyle oldu. Ağırbaşlı, takım elbiseli, artistik gösterilere, biti kanlı, öfkesi burnunda, bir an evvel şah çekmek, hep düşeş atmak, bir şiirle put kırmak, duvar patlatmak isteyen ergen heveslere prim vermedi bu dergi iyi ama burada da ot bitmedi be birader.
Kaynak: Perspekti