Diz Çökmeyen; Ali Emre’nin kaleminden 10 şairane portre

Mehmet Akif Ersoy, Şerife Bacı, Tarık bin Ziyad, Mus’ab bin Umeyr, Ömer Muhtar, Fatıma Fihri, Ahmed Yasin, Selahaddin Eyyubi, Zemahşeri ve Muzaffereddin Gökbürü… Hak ettiği bütün güzelliklere ulaşsın bu eserler.

Bir şairin, Ali Emre’nin kurmaca ile gerçeği harmanlayan o etkileyici üslubuyla yazılmış on hikâyeden oluşan bir eser; Diz Çökmeyen. Temmuz Yayınları’ndan. Yakından tanımamız gereken Müslüman şahsiyetlerin ve önderlerin hikâyeleri. Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi romanlarıyla da portre yazmadaki başarısını kanıtlayan Ali Emre’nin hikâyelerini tarihi canlandırarak okumak eminim ki dimağlarımızda tatlı izler bırakacaktır. “Hikâyelerin tamamında mendil, gözlük, kılıç, temren, hokka yahut çevgen topu gibi bir eşya yer alıyor. Bu yönüyle her biri, sıra dışı bir nesne anlatısı olarak okunabilecek bir özelliğe de sahip.”

Kitapta yer alan on hikâyede kimleri anlatıyor peki Ali Emre?

Bir Avuç Toprak

“Çöz de ya Rab yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme ilahi, bir avuç toprağını.”

Kaderini mi yazıyordu ki acaba şair bu dizelerle? Safahat şairi, İstiklal Marşı şairi. Son günlerini yalnız geçiriyordu. Bu yalnızlıkla ve zayıflayan bedeniyle artık Hakk’a kavuşmayı arzu ediyordu hiç şüphesiz. Kim, onu nereden bilecekti?...

Ezanın Türkçe okunduğu yıllarda, bu emre itaat etmediği için tutuklanan sonrasında hamallık yapmaya başlayan tahsilli bir müezzin ile arkadaş oluyor milli şairimiz. Belki birkaç günlük, birkaç saatlik beraberlik ama unutulur gibi değil. Mısır Apartmanı önünde karşılaşıyor müezzin onunla. Gücü iyice tükenmiş bu şaire hayranlıkla bakıyor müezzin. Şaire hizmet etme şerefi nasip oluyor ona. Çorba içirirken soruyor şair, halimiz Safahat’ ta kimin haline benziyor, diye. Benzetmek olmaz ama Seyfi Baba’ya benziyor efendim, diyor müezzin. Asım’ın ikinci kitabını yazmak için ben de bilirim hutbeyi ama yine de bana sen Veda Hutbesi’ni getir, diyor şair. Müezzin heyecanla getiriyor, oturuyor, konuşuyorlar. Takatsiz kalınca ayrılıyor yanından. Ertesi gün daha erken gidecekken anacığı hastalanıyor müezzinin, onu sırtlayıp götürüyor, ihtiyaçlarını görüyor. Anacağı iyi oluyor ve ertesi gün Mısır Apartmanı’nın yolunu tutuyor müezzin. Yorganı örtülmüş üstüne. Birkaç hamalla birkaç talebe ile kılınıyor cenaze namazı şairin. Kabrinde bile çok durdurmuyorlar. On dört yıl konuşmuyor müezzin. Biri Safahat şairi ki hakkında yazılanlar bir kütüphane eder, diğeri Safahat’ı ezbere bilen okumuş, görmüş iki insanın perişan hali… Oğlu Mahmut’a emanet ediyor Safahat’ı müezzin. Nihayet 1950’de konuşuyor müezzin şairin kabri başında. Kimsiniz diye soran adama, “Adım Asım efendim, diyor. Asım’ın neslindenim…”

 

Kağnıdaki Gülkurusu Kazak

“Çanakkale… Çanakkale nerededir?... Uzak ya… Uzak…Çok uzak…”

Seydiler Köyü’ndendir Mehmet Çavuş. Boylu poslu, mert, hünerli, çalışkan bir delikanlıdır. Üvey teyzesi ile yaşayan Şerife’ye gönül vermiştir, çekemeyenleri de çoktu sevinenleri de Mehmet ile Şerife’nin. Köyde herkes kız vermek ister bu kahraman gence. Evlenirler. İki göz bir evleri olur. Mehmet, Kastamonu’dan gül kurusu bir kazak alır Şerife’ye. Zorluklar, sıkıntılar sevgilerini hiç eksiltmez. Umumi harp yıllarıdır. Vatan borcudur, vatana can fedadır. Vatan için yola düşen Mehmetlerden biri de Mehmet’tir. Gül kurusu kazağını giyerek uğurlamıştır cepheye Mehmet’ini Şerife gelin. Namazla, dualarla, kahramanlık türküleriyle. Çanakkale’ye gidenlerin çoğu dönememiştir. Mehmet de şehit olur. Ölenle ölünmüyor, denilir Şerife’ye. Topal Yusuf’la evlendirirler Şerife’yi. Bir akşam Yusuf’un cansız bedenini bulmuştur Şerife. Ölmüştür kocası ve bir gün yavrusu Elif’e kazak örerken cepheye, İnebolu’ya cephane götürüleceğini işitir. Daha yerinde duramaz. Kar ve fırtınada dağlarda yollara düşer Elif’iyle. Küre’den sonra zorluk iyice artar, kar ve soğuk şiddetlenir. Şerife, nihayet şehre ulaşmayı ve kışlaya cephaneyi ulaştırmayı başarmıştır. Elif’i yorganın ve gül kurusu kazağın altında bulmuştur askerler, cephaneyle beraber! Bu nasıl bir yürektir ya Rabbi!... Cepheye o şartlarda yük taşıyan kadın, kimdir?...

İnatla Işıldayıp Duran

“Ne demekmiş geri dönmek? Yeryüzüdür bizim ülkemiz! Ve bütün ülkeler mülküdür Rabbimizin!”
Berberi bir köledir o. Annesine verdiği sözü yerine getirecektir. Sağlıklı, cesur, kabiliyetli, akıllı bir delikanlıdır. Öğrenme arzusuyla doludur, dik başlıdır. Musa bin Nusayr, onu kölelikten azad etmiş ve şehrin valisi tayin etmiştir. Çoğu Berberilerden oluşan yedi bin kişilik bir orduyla hiç durmadan ilerlemiştir Tarık. İstila için değil, Allah’ın adını yüceltmek işin yollar katetmiştir. Deniz kıyısına dönmüştür sonra. Vizigot Kralı Rodrigo, büyük bir ordu göndermiştir üzerlerine. Evet, çılgınlıktır yaptığı ama kimse onu yolundan geri döndüremez. Kurtuba’ya kadar ilerlemiş, gemileri yakmıştır. Daha da ilerleyecektir. Gördüğü rüya gerçekleşir. Avrupa İslamlaşır ancak geri çağrılır. Kuzey Afrika’dan Ayrupa’ya zafer kazanan şanlı komutan, emre itaat etmediği için konuşturulmayıp susturulur. Bir boğaza adı verilir Avrupa’da, Endülüs’te. Peki, gemileri yakan bu komutan da kimdir!...

Çölün Kalbi

“Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki onlar Allah’a verdikleri söze sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları sözünü yerine getirip canın vermiştir, bazıları da beklemektedir.”

Ah, işte Efendimiz (S.AV.) e en çok benzeyen, onun arkadaşı, çölün kalbi, Hicaz’ın aslanı, genç bilge. Medine’nin ilk öğretmeni. Mekkelilerin gözdesi, Mekke’nin en zengini iken İslam’ı, iffeti ve şehadeti seçmiş Uhut şehidi. Bütün zenginliğini, şöhretini bırakıp Peygamber’in yanında yer almıştır Mus’ab. İslam için önemli görevlerde bulunmuştur. Medine’de İslamiyet hızla yayılmıştır onun vesilesiyle. Musab, Uhud’da iki zırh giymiştir. Efendimize o kadar çok benzer ki… Müşrik ordusundan İbn Kamie, Peygamberimize saldırırken karşısına çıkmıştır, sağ elini keser Müşrik, sancağı sol eline alır, sol elini de keser, Efendimizi gözler bir yandan ve sancağı göğsüne bastırır. İbn Kaime, mızrağı göğsüne saplayarak şehit eder onu. Mus’ab… “O bir zamanlar, bizim en kıymetlimizdi. En zenginimizdi. Fakat Rabbine koşarken çölün tozuna toprağına belenmiş çırçıplak bir kalpten ibaretti.” Cennet muştusu idi Mus’ab. Efendimizin ve sahabenin kıymetlisi, ya bizim kıymetlimiz kimdi, kimlerdi?..

Cellatlarından Uzun Yaşayan

“Bana düşen, imanım ve halkım için mücadele etmektir. Kendimin, arkadaşlarımın, kardeşlerimin izzetini korumaktır. Bu, bana yeter. Ötesi, Allah’ın elindedir.”

İtalya’nın faşist lideri Mussolini, 1930 yılında bölgeye vali olarak General Radolfo Graziana’yı göndermiştir. Ve Müslüman kıyımına başlar. Yalnız karşısında tek başına bir ordu vardır. Çöl aslanıdır, öğretmendir, zekidir, hazırcevaptır Ömer Muhtar. Ağarmış saçına sakalına rağmen heybetlidir, çocukla çocuk, gençle, gençtir. Merhametlidir. Yetimlere Kuran öğretir. Marangozdur. Bunların hepsine de şahittir gözlüğü. “Telli küheylan.” Hiç ayrı düşmemişlerdir birbirlerinden.
Yakalarlar onu, göstermelik bir mahkemeye çıkarırlar. “Gerçek hüküm ve karar yalnızca Allah’ındır. Sizin bu sahte, bu uydurma mahkemenizin ne anlamı olabilir? Biz, Allah’tan geldik ve tekrar O’na döneceğiz.” der. İdam edilirken Fecr suresinin son ayetlerini okur: “Ey huzura ermiş nefs! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön!”

Grazini, ondan sonra bir kitap yazmıştır ve şöyle der onun hakkında: “… Senusiler’in önde gelenlerinden biri olmasına rağmen, son derece fakir görünüyordu. Bize karşı düşmanlığı hiç bitmedi, bize hiçbir zaman boyun eğmedi.” Ondan kalan bir gözlük de pekala dile gelip anlatabilirdi onu.

Gözlüğün dilinden belki de cellatlarından uzun yaşayandır O.

Sessiz Mücevher

“Müstear olabilir. Belki gerçek adı bu değildir. Böyle biri hiç yoktur.”

Medresenin çiçeği burnunda muallimi İki Güzide adlı risaleyi okurken söyler bu sözleri.

Hiç yokmuş gibi yaşayanlar da vardır çünkü ve unutulanlar. Dünyayı doyurmuştur fakat kendisi bayramlar hariç, her gün oruçludur. 859 yılında Fes’te, cami ve medrese tamamlanmış, herkes şehre serpilen incileri seyrederken sevinç gözyaşları dökmüştür. Karaviyyin adıyla anılmıştır yaptırdığı bu külliye. Benzeri görülmemiş bir külliye olmuştur. Bu güzellik küresinin banisi, dâhisi, hamisi idi O. Fatıma el Fihri’dir. Arka arkaya babasını ve kocasını kaybetmiş, “İki Güzide” adlı risale yazmıştır. Sessiz yaşayıp hayatını iyilikle, hasene ile doldurmuştur. Kimler yetişmemiştir ki inşa ettirdiği külliyeden. İbn Haldun, İbn Meymun, İbn Rüşd, İbn Bace. Külliye bitene kadar oruç tutup ibadet ve dua ile meşgul olmuş, hayatını kardeşi ile beraber hayır işlerine adamış bu kadın, seksen yaşlarında vefat ettiğinde kimse onu tanımıyordur artık. Fes’te yaşamış ve şehre böylesi güzellikleri armağan etmiş sessiz mücevherdir O.

 

Diz Çökmeyen Dağ

“Allah’ım! Ümmetin suskunluğunu sana şikayet ediyorum!”

2004 yılı, Mart sabahında akrabaları ve yakın adamlarıyla Hay el-Sabur’daki camiye gelmiş, sabah namazını kılmıştır. Yanına gelenlerle sohbet etmiş, dışarı çıkmıştır ki helikopterden atılan füzelerle sandalyesinden düşmüş anca babası gibi dizleri üstünde bir süre durarak son nefesini vermiş, şehit olmuştur.
Babası üç yaşındayken ölmüştür onun. Gazze’ye taşınmışlardır. Başına gelen bir kaza neticesi felç geçirmiştir ve yürüyemez. Hiçbir zorluğa teslim olmayacağım, der ve teslim olmaz gerçekten. 1967’de Filistin, işgalcilerin eline geçer. Gazze’de İslam Merkezi’ni kurmuştur. Hamas’ın manevi lideri olur. Eylül 2000’de intifadaya başlanır.
Hapishaneler, suikastler, sorgulamalarla geçer ömrü ama yılmaz. “Allah’ım! Sen müstazafların Rabbisin! Sen bizim Rabbimizsin! Allah’ım! Bizi kime bırakıyorsun?” der. Filistin’de, Gazze’de bir oğlunuz oldu, adını ne koyacaksınız, denildiğinde onun adı söylenegelir. Bir oğlumuz olsa adını ne koyarız?... “Ahmed Yasin.” Ahmed Yasin’dir O.

Çevgen Topu ile Minber

“Kudüs’ü sımsıkı tutmalıyız aklımızda Yusuf. Bütün cehdimizin, gayretimizin merkezine Kudüs’ü koymalıyız hatta.”
Kudüs deyince ilk akla gelenlerdendir. Daha yirmili yaşlarında iken amcası Şirkuh ile İkinci Mısır seferinden dönüyorken, gelecek vadediyordur. Asaleti, zarafeti, titizliği ile dikkat çeker. Onurlu ve cesurdur. Yusuf’u yanına almıştır. Kendisi gibidir Selahaddin Yusuf da. Korkusuz, gözü pek. Yusuf’a anlatır, Kudüs’e yaptırılması elzem olan minberi. Urfa’nın fethinden sonra Musul, Halep ve Şam’ı bir araya getirmek nasip olmuştur ona. Sıra, Kahire’dedir. Bu dört şehir, Kudüs surlarına uzatılmış merdivenin basamaklarıdır. Babası Atabey İmaüddin gibi heybetli ve yakışıklıdır. Tam da Kudüs’e sefere sıra gelmişken yatağa düşer muttaki önder. “Kudüs! Kudüs’ün fethi nasip olmadı Karakuş… Minberi yaptırdık ama Kudüs’ü kurtaramadık. Fetih… Olmadı kardaşım… Şehid de olamadım. Şehid…” Onun çevgen oyununda kendi takımında oynamasını istediği tek adam, Selahaddin Yusuf, destanlar yazar, Kudüs’ü özgürleştirir, emanetleri yerine teslim eder.

Kelime-i şehadet getirerek Kudüs rüyaları görerek şehitlik makamı ile canını teslim etmiştir gözleri yaşlı Nureddin. Selahaddin’in elindedir çevgen ve yüzü kara çıkmamıştır.

Nureddin Zengi’ dir O.


Takma Bacaklı Güzide
“Ey Araplar! Gelin de atalarınızın dilini bu topaldan öğrenin.”

“Dillerin Sultanı” dır. Harizm’e bağlı Zemahşer beldesinden. On iki yaşında iken ayağını kaybetmiştir ve anasına söz vermiştir, bu kedere teslim olmayacak, ayağının yerini ağzı ve aklı tutacaktır. Dizinin ulaşamadığı yere, dilini koşacaktır. Babası, sevilip sayılan bir imamdır. Takma bacak yaptırır oğluna. İlimle meşgul olmaya başlar Mahmud. Harezm’e gider önce medreseye. Üstün zekası ve başarısıyla destek görür, hocaları onu Buhara’ya gönderir.
Babasını kaybedince, bir bacağım daha gitti, diye ağlar, ağlar. Ancak babasının vefatından sonra da yine kendisini toparlayarak Bağdat’a gider. 1118’de şiddetli bir hastalık geçirir. Hiçbir şekilde devlet büyüklerine methiye yazmayacağına kendine söz verir. Şam’ da birkaç yıl kalıp Mekke’ye gider. Kabe’ye yakın bir evde oturduğu için “Carullah” derler ona. İki yılda Keşşaf adı verilen tefsirini yazar. Arapça yazmıştır ama Türkçe’ye ve Farsça’ya da hakimdir. Carullah da Harizm’in bayrama hazırlık yaptığı arefe günü vefat eder. “İlmin diğer ayağı da çürüdü. Sözün ve yazının efendisi… Carullah gitti.” Dünyadan o da göçer bütün faniler gibi tutuşturduğu kandil, hiç sönmez Zemahşeri’ nin.

Takma bacaklı güzidedir O.

Şark’ın Kasırgası

“Vur ey Allah’ın aslanı vur! Vur ey Şark’ın kasırgası vur! Vallahi seni anan bugünler için doğurmuştur.”

Selahaddin’in sözleridir bunlar. Babası Ali Küçük, cengaver adamdır. Hasta yatağında vefat etmek üzereyken helallik ister oğullarından. Gökbürü, on dört yaşındadır ve babası gibidir. Yiğit, cengaver, mert. Kılıcını ister babasından. Al ama hakkını ver, der babası. Atabey olan Mücaheddin Kaymaz türlü eziyetlerde bulunur ona babasının vefatından sonra. Bağdat halifesinden Musul’dan yardım istese de kimse yardım etmez ona. Ahdeder: “Yetim diye itip kaktığınız, zindanda canın yaktığınız, sofraya çöküp aç koyduğunuz bu çocuk... Bir gün sizi utandıracak.” der.
Kılıcını eline alarak Selahaddin’in yanında yer alır. Harran’ı alır.
Musullularla ve Frenklerle mücadelede de Selahaddin’in yanındadır. Sultan, hizmetleri karşılığı ona Urfa’yı verir. Fitne ateşi başlar. Selahaddin, Gökbürü’yü tutuklatır ama bir müddet sonra haksızlık yaptığını anlar. Cömertliğini göster, derler. Urfa ve Harran’ı Sultan’a geri verir. Sultan ise aldığın yerler senindir diyerek kız kardeşi Rebia Hatun ile evlendirir onu. Selahaddin ile birlikte çok savaşlar kazanır. Selahaddin öldüğünde o, kırk yaşındadır. Kırk yıl daha yaşar Selahaddin Eyyubi’den sonra. Seksen yaşında şeref ve cesaretle taşıdığı kılıcının hakkını vermiş olmayı diliyordur hala. Mekke’ye gömülmek istemiştir ancak Kufe’ye kadar götürülür.

“İslam düşmanları, savaşta onu görünce nereye kaçacaklarını bilemezdi. Kılıcını kaldırdığında, gürzünü eline aldığında yeryüzü ona dar gelirdi. Biz ise bir avuç askeri ikna edip vasiyetini yerine getiremiyoruz. Şehirlerin birinden diğerine koşan bir adama, küçücük bir mezar yerini zor buluyoruz. O, yaşarken binlerce garibi doyurdu. Mazlumları himaye etti. Yetimlerle birlikte ağladı. Yuh olsun bize! Biz, onun ölüsüne toprak atacak adam arıyoruz!” Muzafferedddin

Gökbürü’dür O. Şark’ın kasırgası…

Mehmet Akif Ersoy, Şerife Bacı, Tarık bin Ziyad, Mus’ab bin Umeyr, Ömer Muhtar, Fatıma Fihri, Ahmed Yasin, Selahaddin Eyyubi, Zemahşeri ve Muzaffereddin Gökbürü… Kısa belgesel ve anı tadında bir anlatımla portre hikâyelerle nitelikli eserler arasında yerini almış Diz Çökmeyen. Nurettin Zengi ve Selahaddin Eyyubi romanları ile de ayrıcalıklı bir yere sahip Ali Emre. Portreleri yazabilmek için onları iyi araştırmak, bilmek ve yakından tanımak gerek. Hem de bu kadar samimi yazabilmek için mutlaka hemhal olmak da gerek.

Öylesine büyük bir emek ki… Hak ettiği bütün güzelliklere ulaşsın bu eserler.
Ali Emre yazdıkça onun kaleminden daha nicelerini de okuyalım. “Yoldaki kandilleri birlikte keşfetme isteğiyle gövdeleşen yitiği arama ve bulma neşvesi ise hem edebi hem manevi rızkımızdır.” diyor yazar “Kitap Hakkında”da. Rızkı, rızkımızdır. Bol olsun inşallah.
 

"Yasemin Kapusuz"

Kaynak: Dünya Bizim Kültür Portalı

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Kültür-Sanat Haberleri

Yazar Çelebi: “Kitap Temel Bir İhtiyaçtır”
Yazar Ramazan Bayındır'ın "Kod Adı: Kaos" Kitabı Çıktı
Sulama Kanalı Çalışmasında Roma Dönemi’ne Ait Bin 800 Yıllık Mezar Bulundu